Pazar, Aralık 23, 2007


AMİGDALA (AMYGDALA) 2. BÖLÜM

“En büyük korkunuz nedir?” diye sorulsa, pek çok korku ve fobi adı altında ortaya çıkanların kökeninde “Ölüm” korkusu olduğunu göreceğiz. Korkunun merkezi olarak bilinen amigdalanın da bu en önemli korkulan unsurla yani “ölüm” korkusu ile bağlantısının olması gerektiği düşüncesinden yola çıkarsak eğer, “Ölüme Yakın Tecrübelerde (Near Death Experiences-NEDs-)” ve “ölüm” denilen olayda hipokampus ve amigdalayı incelemeye devam etmenin gerekliliği tekrar ortaya çıkmaktadır.

Bilim adamları “Ölüme Yakın Tecrübeler (NEDs)”in neden kaynaklandığı konusunda çeşitli fikirler üretmektedir. Bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi, Kentucky Üniversitesinde nörofizyolojist olan Kevin Nelson’ın açıklamasıdır. Bu açıklamaya göre; oksijen seviyesinin düşmesi ile hipokampusta oluşan bir çeşit bioelektrik boşalımın, hipokampusun duygusal hafızanın merkezi olması nedeniyle kişide “tüm yaşantının göz önünden akıp gitmesi” denilen olayı yaratması ve amigdaladaki bir çeşit kimyasal maddenin (endorfin) salgılanarak, “öfori (euphoria)” denilen bir his uyandırıp, bedenden kopukluk hissedilmesi ile geçici olarak yaşanan tüm bu “göz önünden akıp giden hayatın”, “ruh” denilen mikrodalga bedende hologramik biçimde görselleşmesidir.

“Ölüme Yakın Tecrübelerde (NDEs)” hipokampusun ve amigdalanın önemli rolü tartışılırken bir de isterseniz, “Ölüm” denilen olayda da hipokampusun ve amigdalanın nasıl bir rol oynadığına bakalım…

Nörofizyolojist Dr. Rhawn Joseph, “brainmind.com” adlı web sitesinde, “Ölüm” anında hipokampus ve amigdalanın aktiviteleri hakkındaki açıklamaları, Kevin Nelson’ın “Ölüme Yakın Deneyimler (NDEs)” hakkında yaptığı açıklamalara benzer bir paralellik teşkil etmektedir. Joseph’ın açıklamasına göre de, hipokampusta kayıtlı olan ve amigdalada etiketlenen tüm anılar ve o anılara bağlı suçluluk, üzüntü gibi tüm duygular “ölüm” adlı tecrübenin bir parçası olarak “ruh” adlı mikrodalga bedende hologramik olarak tekrar yaşanır. “Ölüm”ü tadan kişi, vücudundan yukarı doğru bir seyir, tüm yaşantının bir film gibi tekrarlanması, bu tekrarlanışla birlikte kendini yargılama, sorgulama, bir çeşit vicdan muhasebesi yapmaya başlar. Aslında bu aktivitelerin hepsi temporal loptaki ve hipokampus-amigdaladaki bioeleletrik akımının boşalması ile meydana gelmektedir.

Bu iki nörofizyoloğun hem “Ölüme Yakın Deneyimler” hem de “ölüm”ü tatma olayı hakkındaki aynı paralellikteki açıklamaları, Üstad Ahmed Hulûsi’nin 20 sene önce yazdığı “İnsan ve Sırları1” kitabında yaptığı ölüm anı açıklamalarını doğrular niteliktedir:

“…Beynin yolladığı bioelektrik enerji, bedenin en uç noktasından beyne en yakın noktaya doğru bir kesilme gösterdiği için de, bu kişide en uç noktasından yani ayaklarının ucundan Ruh yukarı çekiliyormuş gibi bir mânâ şeklinde yorumlanıyor.Oysa bu, hücrelerdeki elektriğin kesilmesi sırasında, başa doğru olan o bölümlerdeki hissizliği kişi farkediyor. Çünkü esasında, beyindeki bioelektrik kesilmesi sonucunda bedende de çekicilik kalkıyor!... Bedenden çekicilik kalktığı zaman, zaten otomatik olarak kişilik Ruhu bedenden ayrılıyor!..Bu olay bir anda oluyor! Kişinin ayak ucundan çekiliyor diye hissettiği şey, beynin bedene yaydığı bioelektriğin kesilmesinin, en uç noktadan itibaren farkedilmesi olayı…

Tüm hayatımız boyunca duygusal olarak yaşadığımız her bilginin ve o bilgiye ait bağlantılı tüm duyguların sadece beynimizdeki bilgisayarda değil de backup’ı yani bir çeşit yedek bilgisayar olan “ruh” adlı hologramik mikrodalga bedene de aynı şekilde kaydedilmesi ve ölüm ötesi sonsuz yaşamda bu kaydedilen her bilginin neticelerinin hologramik olarak tekrar yaşanmasına etken olan hipokampusun ve amigdalanın rolü önemlidir. Ancak bu durum, Dr. Joseph’in yaptığı ek bir açıklama ile daha da ilginç bir hal almaktadır; Dr.Joseph, “ölüm” denilen olayın başlaması ile hipokampus ve amigdalanın, beyinde hem ilk etkilenen bölgeler, hem de ilk etkilenmesine rağmen fonksiyonu duran en son iki bölge olduklarını açıklamaktadır.

Bu da bizleri şöyle bir düşünme noktasına getirebilir: Eğer bizler, tüm hayatımız boyunca hipokampusta depolanan ve amigdalada etiketlenen daha çok “korku” merkezli duyguların hükmü altında yaşamışsak ve bu kaydedilmiş bilgiler aynı şekilde “ruh” adlı mikrodalga bedene de otomatik olarak kaydedilmişse, “ölüm” adlı olayı yaşamaya başladığımız andan itibaren madde beden olarak algıladığımız bu bedenden hologramik mikrodalga bedenle ölüm ötesi yaşantıya geçişteki en son anda yine hipokampus ve amigdalanın hükmündeyiz. “Gost (Hayalet)” adlı filmi hatırlayın. Filmde ölümü tadan ana karakterin öldüğünü anladığı ilk anları gözünüzün önüne getirin; tüm korku ve endişelerin ortaya çıktığı tüm duyguların en yoğun şekilde yaşandığı o anı… İşte o an, o hissediş, hipokampus ve amigdalanın etkin faaliyetinden başka bir şey değil.

Tecrübe ettiğimiz ve kaydettiğimiz, amigdala sayesinde de birbirine zincirleme eklediğimiz korku ağırlıklı duygularımızı sadece bu dünyada yaşamakla kalmıyor “ölüm” adlı olayı yaşamaya başladığımız ilk andan son ana kadar da bir film gibi tekrarlayarak ölüm ötesi yaşama geçiyor ve ölümötesi yaşantıda da neticeleri ile karşı karşıya kalıyoruz. O zaman, sadece bu dünyadayken değil, ölüm anı ve ölüm ötesi yaşam için de hipokampus ve amigdalaya yüklediğimiz özellikle tüm korkularımız ve vesveselerimiz bizler için önemli bir hal almaktadır. Peki, ne mi yapmalıyız? “Amigdala” adlı bir önceki yazının son kısımlarını okumanızı öneririm.

Salı, Aralık 04, 2007


AMİGDALA (AMYGDALA)

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için...”

William Shakespeare’in “korku” hakkındaki bu sözleri beni korkunun kaynağına yani beyne yöneltti. Gelin birlikte bu kaynağı-fabrikayı yani beyni gezelim ve özellikle “korku”nun ve ondan açığa çıkan diğer duyguların bu fabrikada nasıl işlendiğine bir göz atalım…

Fabrika yani üreten kaynak “beyin” ve bu fabrikadaki binlerce işçi (nöron), kendine ulaşan bilgileri işlemekle, ortaya koymakla her an meşguldür. Ortaya koydukları işin vasıflarına göre sınıflanmış nöronlar, gruplar halinde kendilerindeki bilgi doğrultusunda gece ve gündüz, uyku hali ya da uyanıklık hali gibi durumlarla sınırlanmadan, yani bu durumlar onlar için bir şey ifade etmeden, “ölüm” denen tecrübeye kadar devamlı olarak çalışmaktadırlar. İşte bu nöron gruplarından biri olan ve özellikle korkuları, bu korkulardan doğan vehim, vesveseleri gibi pek çok duyguları oluşturan, “badem (amigdala-amygdala)” işçi grubu, beynin yani fabrikanın bir ucunda, limbik sistem denilen bölümde sağ ve sol iki küçük gruptan oluşmaktadır. Onlar için kısaca “duygusal beyin merkezi” denilebilir. Özellikle “korku”nun kaynağıdır, yaratıcısıdır. Limbik sistemdeki diğer grup olan “hipokampusla (hippocampus)” -ki bu grup anıların deposudur- koordineli bir biçimde çalışmaktadırlar. Hipokampus depolanmış bilgileri, anıları sinapslara yani elçilere, basit anlamda bioelektriksel olarak yükleyerek amigdalaya gönderir. Burada bu bilgiler “duygusal” nitelik taşıyan etiketlerle etiketlenerek, şablonlar halini alır ve tabii bu duygusal davranışların tepkimeleri yani ortaya çıkmaları da genellikle başta “korku” olarak nitelendirebileceğimiz davranışlar olarak fiile dökülür.

Eğer işin biraz daha derinine inersek…

Fabrikada değer yargıları ve şartlanmalarla programlanmış veri tabanı (data base) kaynaklı edinilen bilgiler ışığı altında amigdala, kendisine ulaşan her bilgiye “bu bana zarar verir mi?”, “bundan nefret eder miyim?” gibi sorularla vücuttaki hormonların yani belirli bir grup hücrenin çalışmasına sebep olur, bu üretilen bilginin hormonlar aracılığı ile “kardiyovasküler sistem”, “kaslar”, “bağırsaklar” adı altındaki diğer hücre gruplarını aktive ederken aynı anda da beyin köküne “daha hızlı nefes al, kan basıncı artsın!, hazım engellensin” gibi bilgileri geçerek çeşitli reaksiyonları oluşturur. Tabii bu gibi aktiviteleri yapmasının bir açıdan başlangıç diyebileceğimiz noktası, kendisine ulaşan bilgileri önceden kendisinde işlenmiş olan bilgilerle yani veri tabanındaki (data base) mevcut olan bilgilerle bir takım bağlantılar kurarak ve her bilgiye “duygusal” bir etiket yapıştırarak gerçekleştirmiş olmasıdır.

Bize “göre” “geçmiş” diye adlandırdığımız bir noktada yaşanmış “korku” etiketi altındaki bir bilgi, amigdalada mevcut olduğu için bir bakıma “ayna” fonksiyonu ile yani yansıtma, bir nevi “ tekrar görüntüleme” şeklinde o bilginin tekrar yaşanmasını ya da benzer bir deneyimin oluşmasına sebep olabilir. Örneğin, büyük bir gürültü duyduğunuzda, amigdala hemen bu gürültü ile ilgili daha önceki bilgiden ortaya çıkmış duyguları aktive ederek, aynı duyguların benzer olayda tekrar yaşanmasını sağlar; eskiden oluşmuş duygular, o yeni bilgiye- duruma aynı şekilde kopyalanıp, adapte edilir.

Görsel ya da duyuşsal durum dışında, bizim dışımızdaki(!) kişilerin yaşadığı duygusal durumlarda da aynı duygunun bizde de açığa çıkması, yansıması kaçınılmazdır. Prof. Dr Marcola Iacoboni bu durumu “ayna nöron”larla açıklamaktadır. Ona göre, karşımızdaki bir kişinin yaşadığı duygusal bir durum, ayna nöronlar vasıtası ile bizim beynimizdeki amigdalada daha önce yaşadığımız benzer duygusal durumlarla eşleşip, bizden de aynı şeklide açığa çıkabilmektedir.

Bu öylesine ilginç bir oluşumdur ki, amigdala herhangi bir “korku” ya da “endişe” etiketli kendisindeki ya da dışında diye algıladığı başka(!) birisindeki mevcut bilgiyi “duygusal” olarak etiketleyip, depolarken, bir yandan da buna benzer yeni bilgileri de oluşturduğu şablonlarla etiketleyip “süregiden bir korku-endişe-vesvese bilgisi zinciri” oluşturmaktadır.

Veri tabanımızdaki (data base) mevcut olan ve amigdalada “duygusal” olarak etiketlenen bilgiler ve bir de yeni bilgilerin de eski bilgilerle kıyaslanarak, işlenmesi bizleri tamamen “duygusal” bir girdaba sokmakta ve bu girdabın en kuvvetli elemanlarından olan “korku” ise tüm duygulara sanki hükmederek, zaman zaman akıl ve iradeyi devre dışı bırakmaktadır. Çünkü, beyinde yani bu fabrikada akılcıl olarak işlerin yürütülmesini sağlayan ve koordine eden “neokorteks (neocortex)”, limbik sisteme ulaşan bilgiyi amigdalanın tersine daha sağlıklı değerlendirip, yorumlayarak işlemden geçirerek limbik sisteme geri yollarken, amigdala kortekse göre daha hızlı işlem yapar ve kendisine gelen bilgiyi önceki bilgilerden birisine benzerlik gösterdiği anda uygunluğunu tespit edip, etiketleyip limbik sisteme geri yollaması ve ana işletim sistemde yerini almasını sağlar. Bu da bizim dışardan çoğu kere “duygusal” bazlı “fevri- önyargılı-vesveseli” davranış dediğimiz çıktılara yani fiillere sebep verir.

İşte bu gibi duyguların aklın önüne geçip, ortaya çıkması, bilincin hakikatine yönelik yaşamasını engelleyebilmektedir. Bundan dolayı, amigdalanın bu yöndeki duygusal etiketleme işleminin önüne geçmenin tek yolu, “iman” gücüdür. Bakın bu durumu Üstad Ahmed Hulûsi de 1996 yılında yazdığı“İslâm” adlı kitabının “Cehennemden Ne İle Çıkılır” bölümünde nasıl açıklamış:

“… insan, hayatını cehenneme çeviren vehim gücünün üstesinden akılla gelemez!. Vehim kuvveti yani “yoku var sanıp, varı yok sayma” özelliğinin üstesinden gelecek olan insandaki güç akıl değil, imandır!. Vehim, akıl ve ona dayalı olan tefekkür mekanizması üzerinde rahatlıkla tasarruf ederken, fiilleri direkt yoldan etkileyen iman karşısında daima yenik düşer!. İşte bu yüzdendir ki “Dini” anlaması için akıllıya teklif yapılmış ve iman ederek yürümesi önerilmiştir!.
İnsanın, gerek dünya yaşamındaki cehennemî sürec, ve gerekse de ölümötesi yaşamındaki cehennemi, hep onda galip gelen vehim kuvvesinin sonucudur!. Bunun sona erdirilmesi ise yalnızca iman kuvvesi ile mümkündür!...”

Yukarıdaki bilgilere ek olarak, bir de Yunus Suresi’ni 62-63 de okuyalım:

Açın gözünüzü! Allah veliylerine (hiç birşeyi kalmamış) korku yoktur” ve onlar mahzun da olmazlar. Onlar ki iman etmişlerdir hakikatlerine ve sünnetullah’ın gereği korunmayı gerçekleştirmişlerdir.”

Sonuç olarak, beynimizde yani fabrikada çalışan iki küçük badem büyüklüğündeki grubun beynimiz üzerindeki duygusal etiketli (korku-endişe-vesvese gibi…) etkilerinin hakikati anlamaya ve yaşamaya doğru yol alan beyinler için farkedilmesi gereklidir. Bu farkedişle birlikte, atılacak adım, beynimizde mevcut olan sonsuz sayıdaki “Mutlak Bilinç”e ait özellikleri keşfederek, bu yönde, bu inanç doğrultusunda bilgilerin açığa çıkmasını sağlamaya çalışmaktır. Buna inanmak öylesine bir güçtür ki, hakikatimize ulaşmakta bize engel oluşturacak duygusal etiketleri ve etkilerini silip, yok edebilir.

Perşembe, Kasım 22, 2007


ŞİFRE (PASSWORD)

Yaşadığımız çağ “şifre” çağı!!!... Hayatımızın her noktasında “şifre” kullandığımız çağ… Banka hesaplarımız, değerli mallarımızı sakladığımız kasalardan tutun cep telefonumuza ve bilgisayarlarımıza ve içerisindeki programlara giriş, vs… hepsi de “şifre”li. Kısacası “şifre” dolu bir yaşam….

Nedir bu şifrelemenin altında yatan amaç? Amaç; bizzat yarattığımız harf ve rakamlardan oluşan kodlar, şifreler ile özelimizi değerli(!)lerimizi; malımızdan tutun düşüncelerimizi, duygularımızı kısaca bize ait olanı “kendimizdekini korumak”. Öyle ki, kimse giremesin, kimse ulaşamasın onlara!!! Yani, “bizim olan bizde kalsın!!!”.

Bir de şifrelemede dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır; o da oluşturacağınız şifrenin kısa ve akılda kalıcı olması, mümkünse ezberlenecek kadar da sade ve net olması ki, bu ezberlenen şifre hiçbir zaman unutulmasın değerli(!)ye ulaşmada...

Peki… Acaba farkında mıyız bu şifreleri oluştururken, şifre (kilit) altına aldıklarımızın hayatımıza ne gibi çözülmesi gerekli şifreler (kitlenmeler) de getirdiğinin? Farkında mıyız şifre içinde şifre oluşturduğumuzun?! Farkında mıyız şifrenin gerekliliğini düşünürken, kendimizden kendimize koyduğumuz şifrelerin bilinç dünyamızı da şifreleyip, “girilmez” ve “kullanılmaz” yaptığımızın?

Şimdi gelin bir düşünelim…

Malımız, sevdiklerimiz ya da düşüncelerimiz hepsi ama hepsi bizde “var” kabul ettiğimiz potansiyellerimiz, birikimlerimiz değil midir?! Yani kısaca bilgidir, bilgi birikimidir. Bu noktadan baktığımızda farkedeceğiz ki, bizdeki “bilgi”leri şifrelemekteyiz aslında. Bu şifreler, numaralardan ya da rakamlardan oluşan kodlar olsa da, eğer dikkatle düşünürsek farkına varacağız ki, bizim değerli olarak sahiplenip, şifrelediğimiz her bilgi veri tabanımıza işlenmiş şartlanma ve değer yargıları ya da genetik kodlama ile varolan potansiyelimizden başka bir şey değildir. Yani bizler değer yargı ve şartlanmalarımızdan doğan duygu ve düşüncelerimizi “değerli” olarak benimsemiş ve onları koruma adı altında “şifre”lemişiz.

Bu arada şifreyi nasıl oluşturduğumuzu hatırlayalım… Ne demiştik? Değerlimizi korumada kısa hatırda kalıcı ve hatta rahatlıkla ezberlenecek şifreler oluşturmalıydık. Peki, kaçımız acaba bizimle ilgili bir olayın; bizim için önemli ve değerli olduğunu düşündüğümüz bir kişi-olayın rakamsal ve harfsel kodlamasını şifre olarak kullanıyoruz?... Aslında değerlimizi yine başka bir değerliyi kullanarak saklıyoruz, sakınıyoruz. Kendimizdekini koruma adına oluşturduğumuz şifreler yine kendimizdekilerden başka bir şey değil!!...

Bir başka nokta da kendimizdekini korumak adına oluşturduğumuz şifrenin geçerli ve etkili olması için hiç kimse ile paylaşmamamız gerekliliğidir. Yani oluşturduğumuz şifreyi biz hariç kimse bilmemeli; sahiplendiğimiz, bizim kabul ettiğimiz her bilgi birikimi, bizim korumamız altında olmalı ve kimsenin ulaşamayacağı bir şifre ile korunarak, kimseye giriş izni yani şifremiz verilmemelidir.

“Şifre”yi bu kadar benimseyen bilinçlerimiz “değerli” etiketi yapıştırıp, “var” kabul ettiklerimizi koruma çabasındayken, bu çerçevede şifrelediklerimizin de aslında şartlanma ve değer yargılarımızın sınırladığı sahiplenilmiş ve sıkı sıkıya şifre ile korunmuş atıl ve bundan dolayı da sınırsızca kullanılmayan ve yenilenmeyen bilgi birikimleri olduğununun farkında bile değiliz. Yani bizler, sahiplendiklerimizi şifreleyerek, bizdekini paylaşmayarak aslında kendi kendimize şifreler koyuyor ve sınırsızlığı yaşamayı bekleyen bilinçlerimize kilitleri bizzat kendi ellerimizle vuruyoruz. Bir başka deyişle, hakikate açılan kapıya şifre koyuyoruz ve daha sonra ya şifre koyduğumuzu unutup, onu çözmeye çalışıyoruz ya da şifreyi hatırlamaya çalışıp duruyoruz.

1997 yılında “Küp (Cube)” adlı filmde, birbirlerini tanımayan, yedi kişi bilmedikleri bir biçimde kendilerini bir “küp” sisteminin içinde bulurlar. Onlar ne zaman ve nasıl oraya getirildiklerini bilmemektedirler. Kenarlarında yan bölümlere geçmek için birer kapı bulunan küp şeklindeki odalar içinde çıkış yolunu ararlar. Hepsi birbirinin aynı pek çok oda vardır ve kurtuluş için, doğru odalardan geçerek çıkışı bulmak zorundadırlar. Ancak, bazı odalarda ölüm kapanları onları beklemektedir. Bu yedi kişi için çıkış yolu ancak ve ancak hangi odaların doğru oda olduğunu bulmaktan geçmektedir. Bu da önce küpün mantığını keşfetmekten, yani doğru odalar için belirlenmiş şifreyi ve sonra da bu şifreyi yani kodu çözmekten geçmektedir.

Bu yedi kişiden her biri farklı özelliklere sahiptir. Diğerlerinden sakladıkları yani şifreledikleri kendileri ile ilgili olan özellikleri, bilgileri önceleri paylaşmasalar da daha sonra kurtuluşun yani küpün dışına çıkışın kendilerindeki bilgi ve gücü paylaşarak ve kullanarak gerçekleşebileceğini kısa zamanda idrâk ederler, etmek zorunda kalırlar. Bu 7 kişiden biri olan üniversite öğrencisi ve matematik konusunda başarılı, sayısal zekâya sahip olan genç kız, kendindeki bu bilgi birikimi ile küp şeklindeki bir odanın diğer bir küp şeklindeki odalara geçişindeki aralıkta bazı sayılar tespit eder ve bu sayıların bir şifre olduğunu keşfeder. Bu sayıların yani şifrenin çözümlenmesi için kullandığı matematik bilgisi ışığında öncellikle içinde bulundukları küpün 17576 tane odaya sahip olduğunu bulur ve sıra kodu çözmeye geldiğinde de yine matematik bilgileri ile şifreyi çözer ve doğru odalardan küpün dışına doğru seyahat başlar. Bu işlem, küpün sistemini çözmede yapılan analizler neticesinde her bilginin bir “hikmete” dayalı olduğunu düşünerek, yani “niye”, “neden”, “nasıl”ları inceleyerek gerçekleşmiştir. “Niye buradayız?”, “Nasıl geldik buraya?”… gibi pek çok soru ile işin hikmeti ( http://www.ahmedhulusi.org/yazi/noktandakikudret.htm ), oluş sistemi çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu da küp içerisinde sınırlandırılmış, hapsolmuş 7 kişinin yedisinin de kendindekilerini yani bilgilerini-ilimlerini sırası geldikçe ortaya koyarak, bu kurtuluşun oluşumu için irade ve kuvvetlerini kullanarak oluşacaktır.

Filmde gerçekleşen olayların altında yatan anlamlara bir göz atarsak:

Filmdeki birinci önemli nokta ve atılan adım, 7 kişinin içinde hapsoldukları “küpün sistemini anlamanın gerekliliği”ni idrâk etmeleriydi.Bu gerekliliği idrâk etmek onlar için küpün sisteminin çözülmesindeki en önemli adım olmuştur. Tıpkı filmdeki gibi hakikatimizin ne olduğunu anlamak ve idrâk etmek istiyorsak, bizler de ilk olarak içinde yaşadığımız sistemi anlamanın gerekliliğini kabul etmeliyiz.

İkincisi, filmde küpün sisteminin çözümlenmesi yani deşifre edilmesinin ne kadar önemli olduğu 7 kişinin arasındaki kayıplar verilmeye başlandığında belli olmuştur. Onlar için “kurtuluş”a doğru atılan çok büyük bir adım, küpün sisteminin çözülmesidir. Bu da aralarındaki matematik öğrencisinin matematik bilgilerini kullanarak odalara geçişlerdeki şifreleri çözme ve böylelikle sistemi anlamada önemli bir rolü olmuştur. Bizlerin de yaşadığımız sistemin anlamının çözümlenmesi gerekliliğini düşünmemiz yeterli değildir onun bir adım ötesi, onu çözmek için atılacak aktif adımlar ve çabalardır.Filmde olduğu gibi bu çabalar dışardan bir güç tarafından yardım alınarak değil, şifrelediğimiz kendimizdeki potansiyelin ortaya çıkması ile olacaktır.

Dolayısıyla üçüncü olarak, filmde kahramanlar kendilerinde mevcut olan potansiyelin kullanılmasının kendilerine koydukları şifrenin ortadan kalkması ile olacağını anlarlar. Yani öncellikle kendilerindeki mevcut olan bilginin, potansiyelin ortaya konarak, diğerleri ile paylaşılmasının gerekliliğini anlarlar ve böylelikle de her biri kendindeki özellikleri şartlanma ve değer yargılardan uzak olarak olabildiğince ortaya çıkardıklarında, “kurtuluş”a doğru ilerlemeye başladıklarını görürler. Ancak bilgi paylaşımında şartlanma ve değer yargılarından doğan duyguları ön plana çıkaran her kişi küpün içinde hapsolmakta, ve bunun uzantısında da bir şeklide hayata veda etmektedir. Bizler de özümüzde mevcut olan ilmi- bilgiyi şartlanmalarımızdan ve değer yargılarımızdan arındırarak, akıl süzgecimizden geçirip, yeni bir bakış açısı ile ortaya koyup, bir yandan da samimi, olabildiğince şartlanmasız ve değer yargısız bir paylaşıma geçtiğimizde göreceğiz ki, kurtuluşa yani hakikate doğru ilerlemekteyiz.

Bu da bizi dördüncü noktaya götürür; filmde kendilerindeki bilgileri ortaya koyarak ilerleyen kahramanlar, bir süre sonra farkederler ki her bilginin ortaya konması ve bu ortaya koyuşla birlikteki oluşumlar, irade edilenler bu irade ile kuvveye çıkar ve odadan odalara geçişlerle çıkışa doğru yol alınır. Yani, her bilginin kullanılışı, yeni oluşumlara kapı açmakta ve bu oluşumlar da kendilerindeki kuvve ile açığa çıkmaktadır.(http://www.ahmedhulusi.org/yazi/ilimiradekudret.htm ) Ve bu öyle bir devinimdir ki, bilgiler doğrultusunda atılan her adım bir sonraki adımı hazırlar. Bu adım ya kurtuluşa doğru ya da küpte esir kalmaya doğru atılan bir adımdır. Yani “hasib” ismi gereği olarak bir önceki atılan adım bir sonrakini doğurmaktadır küpün içerisinde olanlara “göre” ve kendilerindeki “fettâh” isminin manası onlardan ortaya çıkar. Aşama aşama odalardan geçerek, kapalı oldukları odalardan ve küpten kurtuluşa doğru yol alırlar. Bizler de eğer özümüzde olanın farkında olmaz, bilincimizden o bilgiyi ortaya çıkarmadığımız ve bunun neticesinde yaşayamadığımız takdir de, bilincimizi belki bir küp belki bir labirent içinde şifrelemiş ve hapsetmiş olarak sınırlamaktan öteye gitmeyiz.

Sonuç olarak, “Küp” adlı filmden de yola çıkarsak, nasıl bir sistem içinde yaşadığımızı öğrenmemiz, nasıl bir küpün içinde olduklarını keşfeden filmdeki 7 kahraman gibi “ilim” ve “hikmet”in devreye girmesi neticesindeki akıl yollu keşifle olmakta. Bununla birlikte de kendimize koyduğumuz şifreleri yine kendimiz özümüzdekini açığa çıkarıp, tek tek çözerek, kapanıkları, kapalı kapıları açıp, küp ötesi yaşama yani sonsuz-sınırsız yaşama dair, hakikatimize doğru adım adım ilerleyebiliriz. Ancak, bu tabii ki kolay bir yolculuk olmayacaktır. “Dosttan Dosta” adlı kitapta Üstad Ahmed Hulûsi de şöyle benzer bir ifade kullanmıştır “Ne var ki, her kozadan çıkış-her rahimden çıkış büyük zorluklarla olur! (1118)”. Şifremizi kırıp, “küpten çıkış” bizlere nasip olmuş ve kolaylaştırılmış olsun…

Cumartesi, Kasım 10, 2007


SANAL

“Sanal”ımızı yaratma küçüklükte evcilik oyunları ile başlar. Evcilik oynarken,“sanal” yani gerçek olmayan(!) ama gerçekmiş gibi kurguladığımız kimliklere bürünmek ne kadar da zevk verir ve bizler büründüğümüz rollere kaptırırız kendimizi. Öyle ki bir süre sonra o “sanal” yani varsaydığımız kişilikle bütünleşiriz bile... Günümüzdeki bilgisayar ortamındaki tüm sanal gerçeklik (virtual reality-VR) programlarının temelinde bana göre bir çeşit “evcilik oyunu” mantığı yatmaktadır.

“Sanal gerçeklik” günlük yaşantımıza öylesine girdi ki artık “gerçek içinde gerçek mi, hayâl içinde bir hayâlin mi yaşantısını sürmekteyiz?”diye sorgulamadan edemez duruma geldik. Peki, bu sanal gerçeklik nasıl ortaya çıktı? Yani düşünen beyinler nasıl bir âlem yarattılar ve nerelerde yaygın olarak kullanılıyor ki hayatımızın içinde etkin bir rol oynamakta ve bizleri “sanal” ve “hakikât” arasında bir yolculuğa sürüklemekte?...

Sanal gerçeklik, ilk olarak askeri amaçlı; uçuş similatörü yaratmada kullanılan ilk grafiksel, şemalı bir bilgisayar projesi olarak ortaya çıkmıştır. Sanal gerçeklik, pek çok alanda ama özellikle, askeri eğitimlerde, sağlık ve eğlence alanlarında grafik ve dijital tekniklerle bilgisayar aracılığı ile kullanılmaktadır. Kafaya takılan güneş gözlüğü şeklindeki aletle bağlantılı bir ekran ve siz elinizi hareket ettirdiğinizde ekranda yansıyan dünyada etkisini, gözünüze takılan aletle takip edebiliyorsunuz. Bu daha da ileri teknikle yani 3 boyuta getirerek, sanal olanı tamamen gerçek algılamasına yönlendirilmiş; USATODAY gazetesindeki sanal gerçeklikle ilgili John Makulowich’in 2000 yılında yaptığı açıklamaya göre “3 boyutlu sanal gerçeklik oluşturulduğu ve adını da “mağara” yani “cave” koydukları bir oda yarattıklarını açıklıyor. Öyle ki, odanın üç duvarına ve yere görüntüler yansıtılmış ve kişiler içeri özel yapılmış stereo gözlükler ile girdiklerinde süperbilgisayar imajları-görüntüleri, perspektifleri yani bir şekilde bakış açılarını yeniliyor.”

Yani 3 boyutlu sanal odaya girenler karşılaştıkları canlı ve değişken 3 boyutlu akışı yaşadıklarında sanalı gerçeğinden ayırmakta zorlanıyorlar. Belki de sanal alemin içindeki yolculuklarına yardımcı olan ve o alemi algılamada ek kapasite yaratan taktıkları gözlük olmasa, bu yaşadıkları tecrübeyi beyinlerinin kendilerine yaptığı bir illüzyon olarak değerlendirecekler ya da bir rüya olduklarını düşünebilecekler… Bu sanal gerçekliğin 3 boyutlu olarak bir odada sergilenmesine örnek olarak başrollerini Michael Douglas ve Demi Moore’un oynadığı “Disclosure” adlı filmdeki en etkili ve en heyecan verici sahnede de görebiliyoruz.

Sanal gerçeklik, sağlık alanında pek çok konuda insanlara yardımcı olmakta; meselâ, fobileri yenme konusunda. Özellikle, uçuş, kapalı alan ve hatta yılan, fare, köpek ya da böceklere karşı olan korkuların yenilmesine yardımcı olmak için kullanılan bir teknik olarak göze çarpıyor. Örneğin, sizi uçuşla ilgili her türlü ortamın yaratıldığı sanal bir alemin içine sokup, oturduğunuz koltuğa verilen elektrik akımı ile yaratılan titreşimlerle hissetirilmeye çalışılan sallanmalar ve buna benzer sanal gerçeklikle yani uçağa binmeden uçaktaymışsınız gibi beyninizin algılatılması, ya da yılanların, böceklerin içinde olduğunuza inanmanızı sağlayan 3 boyutlu sanal yılan ve böcek…vs görüntü veren bir odanın içerisinde korkularından kurtulma girişimlerine yardımcı olmakta.

Bunun da ötesinde özellikle engelli insanlara yaşamını kolaylaştırmak ve yaşamlarında karşılabilecekleri zor durumlara karşı nasıl davranacaklarına yardımcı olma amacı ile kullanılan bir metod sanal gerçeklik… Engellilere yardım amaçlı kullanılan sanal gerçekliği ve etkisini anlatan BBC’nin bir haber programında bahsedilen önemli noktaları paylaşmak da yarar görüyorum:

“Uzuvlarını kaybeden hastaların halâ acı çekmekte oldukları tespit ediliyor ve bu acıların dindirilmesi ve hastaların günlük hayata uyum sağlamaları için Manchester Üniversitesi “sanal gerçekliği” tedavi amaçlı kullanıyor. Haberde yer verilen hasta, bir kolunu seneler önce kaybetmesine rağmen halâ aşırı ağrı çektiğini söyler. Sinir uçlarından gelen acıdan dolayı hasta halâ koluna sahip olduğunu hissetmektedir. Ancak bu durum, Manchester Üniversitesi’nin “sanal gerçeklik bilgisayar programı” ile değişmeye başlamıştır. Bu programa göre hastaya kaybettiği kolunu oynatabildiğini sanması sağlanıyor. Hasta sanal olarak olmayan kolunu hareket ettirdiği bilgisayar ortamında ağrısının gerçek anlamda azaldığını yani olmayan kolunu var kabul ediş ve onu sanal olarak hareket ettirişle birlikte sinir uçlarındaki baskının ve ağrının azaldığını paylaşıyor.”
http://www.youtube.com/watch?v=hlQZmNlPdHQ

Bu örnekteki bilincin yaşadığı “olmayanı var kabul edişin” açıklamasıdır. Tek kolunu kaybeden kişinin veri tabanında kendisine ait olan beden kabulü bilgisinin tek kolunu kaybetse de sinir hücrelerinde kodlu, işlenmiş önceki var kabul edişin bilinçte açığa çıkmaya devam etmesidir. Yani kolunun birini kaybeden kişi, o kolunu kaybetmeden önce nasıl kendini tam bir madde beden olarak algılıyorsa, sanal gerçeklik programı ile beyine yönlendirilen sinyallerle, veri tabanında kayıtlı “beden ve o bedenin bir bütün oluşu” bilgisi aktive oluyor.

Sanal gerçeklik sağlık alanı dışında en popüler olduğu ortam tabii ki bilgisayar oyunlarıdır. Herhangi bir bilgisayar oyununu oynamaya başlayalım, hemen kendimizi kaptırdığımızı ve sanki o oyunun içinde gerçekten de yaşadığımızı farkederiz. Sanki rüyâda olduğumuzu bilmemize rağmen kendimizi o gördüğümüz rüyânın etkisinden sıyırılıp kurtaramadığımız bir durum gibi. Daha da ötesi ve en önemlisi, bizlere de hakikâte ermişlerin “âlemlerin aslı hayâldir!” demelerine ve hattâ “hayâl içinde hayâl (sanal içinde sanal)” olduğumuzu bildirmelerine rağmen, bizler veri tabanımıza yüklemiş olduğumuz sınırlı beş duyu kapasitemize dayanarak, bu yaşadığımız âlemi ve bedenimizi somut ve gerçek olarak kabul etmeye devam ediyoruz.

Bilgisayar oyunlarına tekrar geri dönersek …

Bilgisayardaki bir oyun için yaratılması gereken önemli unsurlar, mutlâk zekânın ürünü olan bir yapay zekâ ve hologram tekniği ile “canlı(!)” kılınacak kişiler ve ortamlardır. Bu gibi simulasyona yani bilgisayar oyununa en güzel örnek belki de Al Pacino’nun başrolünü oynadığı film “SİMONE”; “Similasyon 1”in “S1one”olarak kısaca yazılmasıyla yaratılan bir isim ile tanıtılan, herkes tarafından “gerçek” olarak algılanan aslında tamamen bir yönetmenin bilgisayar similasyonu, bilgisayar programı olmaktan öteye gitmeyen “sanal” insanın (aktrisin) ve yönetmenin hikâyesi. Filmde yönetmen Victor rolüyle Al Pacino, sanal karakterini bilgisayar ortamında 3 boyutlu olarak boyundan tutun saçının rengine, karakterinden davranışlarına kadar her noktasını detaylı bir şekilde belirleyip, O’nu hologramik şekilde tüm dünyaya tanıtıyor ve çok ünlü, beğenilen bir aktrist haline getiriyor. Yönetmen Victor ve yarattığı sanal aktrist Simone her ne kadar da diğer kişiler tarafından iki ayrı karakter olarak algılansalar da aslında bu Victor’un “Victor” ile olan ilişkisi; Kendisinden başkası değil! Simone’a yüklediği her mimik, her davranış şekli aslında kendisindekilerin Simone’dan yansımasıdır. Victor kendisindeki özellikleri bu sanal hologramik karakter ile ortaya koyarak, kendindeki farkında olmadığı bazı özellikleri bu sayede keşfeder.

Şimdi bu filme konu olan “sanal hologramik yaradılışı” “hakikât” noktasından açılan bilgilerle biraz daha derinden inceleyelim….

Düşünen bir beyine sahip olan Victor, hayâl ediyor; hakikâtte bizlere bildirilen de “âlemlerin vehim nurundan yaratıldığı ve varlıkların aslının hayâl olduğu(www.ahmedhulusi.org/yazi/hologram.htm) değil midir?... İşte bu vehim nuru ile yani Victor’un hayâlinde kurmaya başladığı anda ortaya çıkan düşünce akışı enerjisi ile, o kudretle hayâl ettiği bu hayâlindeki sanal insana kendisinde mevcut olan özelliklerden özellikler yükleme işlemi de başlamış oluyor ve o vehmettiği aslında gerçekte olmayan sanal insanın her özelliğini; boyundan karakterine, mimiğinden duruşuna kadar bilgisayara yüklüyor, “mürid” isminin manâsı ile “oluşturuyor”. Kendindeki bilgilerin anlamları ile oluşmuş bir yansıma, bir düşünce, bilgi sanal âlemde “ilmî bir suret” ortaya çıkartıyor. O’na kendi zekâsından bir zekâ yani “yapay” zekâ (artificial intelligence) veriyor ve hologram tekniğini kullanarak yani kendindeki bilgileri hologramik olarak; bir mekanda ve zamanda yaşamadığı halde, O’nu üç boyutlu hologram olarak bilgisayar yardımı ile arka fona çeşitli mekânlarda zamanlar oluşturarak diğer insanların O’nu gerçek olarak algılamalarını sağlıyor. Belki de tek yüklemediği program o sanal insana “gerçek bir insanmış gibi hissetme” programı!!!... Sonra başlıyor kendisiyle kendinden kendisini seyretmeye yani ilmiyle ilminden ilmini seyretmeye…. Böylece seyr devam ede gidiyor…

Yukardaki bir filmden (Simone) yola çıkarak mecazî anlamda anlatmak istediğim seyri anlamada Kurân-ı Kerim Mü’min Suresi 64’ü sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Allahulleziy ceale lekümül’Arda kararen vesSemae binaen ve savvereküm feahsene suvereküm ve razekaküm minat tayyibat zâlikümullahu Rabbüküm fetebare Kâllahu Rabbül alemiyn.

Allah (O’dur) ki, arz’ı sizin için bir karar yeri, semayı da bina olarak oluşturdu… Sizi tasvir etti (şeklillendirdi) de sizin (mana) suretlerinizi en güzel etti ve sizi tayyibattan (ilim ve ma’rifetlerden) rızıklandırdı. İşte size Allah, Rabbiniz!... Rabbül Alemiyn olan Allah ne yücedir!...”

Sanal hologramik yapay zekâlar, beynimizin çıktısı (print-out), yansıması olan bilgisayarlar yaratabilen bizler, aslında var kabul ettiğimiz ve gerçek olarak algıladığımız bedenimizi ve madde olarak algıladığımız dünyamızı yaratan kozmik bilincin ilminde “sanal” olarak varolan aslında “yok” hükmündeyiz. Robot üretme ve işletme bilimi (Robotics) araştırmacısı Hans Moravec de bu paylaştığım düşünceyi destekler nitelikte şu açıklamada bulunmaktadır: “Sanal âlemde mi yoksa doğal bir gerçeklikte mi yaşadığımızı sorgularken, Tek bir yaratana inandığımız takdir de bizlerin büyük bir ihtimalle zaten Virtual Reality’de yani sanal gerçeklikte yaşamakta olduğumuzu kabul etmekten başka çaremiz kalmamaktadır.”

Çarşamba, Ekim 31, 2007


NÖROTEOLOJİ (NEUROTHEOLOGY)

Batılı bilimadamları özellikle son 13 senedir “din” adı altında geçen “ibadet” adlı çalışmaların beyindeki yerini, yani beyinin nasıl etkilendiğini yoğun bir şeklide araştırmaktadılar. Öyle ki, bu konu son yıllarda yeni bir bilimdalı “NEUROTHEOLOGY (NÖROTEOLOJİ)” yani nöron (sinir hücresi) ile dinbiliminin birleşmesi olarak ortaya çıktı. Ancak batılı bilimadamlarınca oluşturulan bu yeni bilimdalı ve bu bilimdalı altındaki tüm araştırmalar, 1400 küsür yıl önce beyine yönelik önerilen “ibadet” adı altındaki çalışmaların bilimsel açıklamaları olarak gözükmektedir.

Şimdi isterseniz önce gelin batılı bilimadamlarının dinî konular sözkonusu olduğunda beyinin nasıl çalıştığına dair yaptıkları araştırmalara bir göz atalım…

Belki de batılı bilimadamlarınca bu araştırmaların en önemli adımı Ocak 1994 yılında Scientific American dergisinde John Horgan “Dağınık İşlevler- Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin-üstü bir yapı mı var?” makalesinde bahsedilen deneyle başlamakta: Gönüllü deneklere bir isim listesi veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okuyup, her isme bir yüklem eklemeleri isteniyor. Bu deneyde pre-frontal ve cingulate kortex dahil olmak üzere beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözlemleniyor. Aynı isimlerin sürekli olarak tekrarlanması ile nöron aktivitesi değişik bölgelere kayıyor. Bu deney, beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü ancak iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devr aldığı ortaya çıkıyor.

14 Mayıs 2001 tarihli Newsweek dergisinde yayınlanan ‘’Religion and the Brain’’ isimli makaledeki Amerikalı nörolog Dr. James Austin’in kendi tecrübesine bir göz atalım. Austin, kalabalık bir yerde zihinsel meditasyonu deneyimlediğinde, kendi birimsel varlığının, zaman ve mekân kavramlarının yok olduğunu, ve sonsuzluğu hissedebildiğini belirtmiştir. Austin, bir nörolog olarak; gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz herşeyin beyin tarafından oluşturulup, yaratıldığını kabul etmiştir. Bu kabul edişle birlikte Austin, beynin hangi bölgesinde ne gibi aktivitler gerçekleştiğini araştırmaya başlar. Ona göre bu sonsuzuluk hissine ulaşılması için, öncelikle beyinde tehditleri ve kaydedilmiş korkuları yöneten “amygdala” ve benliğimizi farketmemizi ve zamanı tespit etmemizi sağlayan “frontal” ve “temporal lob” akımları engellenmeli ve dış dünya ile kendimiz arasındaki ince keskin ayrımı oluşturan “parietal lob” akımları sessiz kalmalıdır. Böylelikle, Austin’e göre bizim benliğimize ait yüksek fonksiyonlar olarak düşündüğümüz ne varsa şuurdan ayrılır, çözülür veya silinir.

Austin gibi nöroteolojide psikologlar ve nörologlar; zaman ve mekân sınırı olmayan tecrübeler sırasında beyinde hangi bölgelerin açılıp hangi bölgelerin kapandığını tesbit etmek isteyen Pennsylvania Üniversitesinden Dr.Andrew Newberg ve onun çalışma arkadaşı Eugene d’Aguili “Tanrı Neden Uzaklaşmayacaktır” adlı makalelerinde yaptıkları araştırmada beynin ruhsal elektrik akımını (devresini) belirleyebilmek için beyin görüntüleme (brain-imaging) tekniğini bir arkadaşlarının Tibet Budist meditasyonu sırasında kullanırlar. Bu deneyde, meditasyonun en yoğun devresinde dikkatin odağı olarak düşünülen “prefrontal korteks” aydınlanır ve beynin arka ve tepesine doğru olan kısmı (burası zaman-mekân ve vücudun uzayda/ boşlukta yön tayini ile ilgili bilgiler mevcuttur) karanlığa gömülür.

Newberg ve D’Aguili “Tanrı Niye Gitmeyecek (Why God Won’t Go Away)” adlı eserlerinde; eğer duyulardan sol orientasyon bölgesine (fiziksel vücudun sınırsızlığı ile ilgili duyu yaratır) hiç bir bilgi gelmezse, beynin kendisi ve dünya arasında koyduğu sınırlamalar engellenir ve bu durumda beynin sanki kendisini sonsuz ve en mahrem bir şekilde herkes ve herşey ile sanki kumaş dokumasında olduğu gibi birleşmiş görmekten başka seçeneği kalmamıştır derken, aynı şekilde şayet duyusal verilerden yoksun kalan sağ oryantasyon bölgesi (vücudun varolduğu ve fiziksel mekân duyusu yaratır) ise bu defa beyin mecburen sonsuz bir mekân olduğu hissine kapılacaktır diye de bir ekleme yaparlar.

Şimdi de gelin bu makaleden tam 6 sene sonra 2007 Ekim ayı Scientific American Mind dergisindeki “Searching for God in the Brain” makalesinden Türkçeye çevirdiğim bazı kısımları okuyalım…

1998 yılında, Kaliforniya Üniversitesi’nden Vilayanur S. Ramachandran epilepsi hastaları ile yaptığı çalışmaları “Phantoms in the Brain” adlı kitabında şöyle açıklamakta; Bir grup epilepsi hastalarına dini, cinsel ve sıradan kelimeler dinlettirilir ve temporal lop epilepsisi olan hastalarda en fazla duygusal reaksiyon “God-Tanrı” kelimesi söylendiğinde oluşmuştur.
Ramachandran, bunun sebebinin duyguları ve duygusal hafızayı yöneten beynin iç kısmındaki limbik sistemin; amygdala ve hipotalamusun anahtar bir rol oynayabileceğini ve temporal lop ile bu duygusal merkezin arasındaki bağı güçlendirerek, epileptik elektrik aktivitesinin dini duyguları canlandırabileceğini düşünmektedir.

Bu fikri daha somut bir hale Laurentian Universitesi’nden Michael Persinger, elektrik akımlarını beyindeki geniş bir nöron ağına yayarak sanal dinî duyguları yaratabilecek bir “God Helmet (Tanrı Miğferi-kaskı)” icât eder. Persinger ve ekibi, bu aleti yüzlerce kişinin temporal lopları üzerinde denerler. Bu denemeler sonucunda elde ettikleri bu kişilerin bu alet ile bir varlığın varolduğu hissine veya evrensel gerçekliği hissetiren kozmik bir mutluluğa kapıldıklarıdır…
Ayrıca bilimadamlarının rahibelerle birlikte gerçekleştirdikleri deneyler sonucunda; Tanrıyı düşündüklerinde ve hatırladıklarında beyinde 6 değişik bölgenin güçlendiğini yani aktive olduğunu görürler. Caudates çekirdeğinde çoğalan aktiviteler, aşık olma (koşulsuz sevgi-ilâhi aşk), öğrenme ve hafızada önemli bir role sahip olan beynin küçük merkezi kısmı, vücudun sezgi ve sosyal duyularını belirleyen beynin insula kısmı, bir tecrübenin hoşnutluğunu belirleyen medial orbitofrontal kortex, duygusal farkındalığı belirleyen medial prefrontal kortex ve orta temporal lop.

Rahibelerin, dinsel deneyimler sırasındaki beynin değişik sayıdaki bölgelerinin aktive olması, dinî olgunun karmaşıklığını göstermektedir. Bunun üzerine Beauregard şöyle bir ekleme yapar: “İnsan beyninin temporal lobunda lokalize olmuş tek bir Tanrı noktası olamaz. Bu durum, beyinde her yerde tüm nöron ağları vasıtası ile yaygındır.”

Yukarıda çeşitli tarihlerde gerçekleştirilen deneyleri ve varılan sonuçları topluca düşündüğümüzde, bu deneylerde ortak olan bazı noktalar göze batmaktadır. Bu da; yapılan her deneyin konusu “din” adı altındaki “ibadet” çalışmaları sırasında gerçekleştirildikleri, bu çalışmanın da beyinde pek çok farklı bölgede yoğun ve etkin bir aktivitenin gözlemlendiğidir. Ancak belki de bana göre en dikkat çekici olan ise Bilimadamı Beauregard’ın tüm bu deneyler sonucunda vardığı genel ama bir o kadar da kişiye çok özel verdiği mesajdır: Beynimizde tek bir tanrı(!) noktasının olamayacağı ve beynimizdeki 100 milyar nöron hücresinin beynin her kısmında dua ile gerçekleşen bioelektriksel beyinsel aktiviteden etkilenebileceği…

Bu açıklama ile aslında ortaya atılan bir gerçek de, gerçekten de “tanrı” kavramının böyle muazzam bir beyin ve işleyişinde yerinin olamayacağı. Yani, bu sonsuz gibi gözüken milyarlarca nöron ve nöron ağlarını düşünürsek, “tanrı” kelimesi ile sınırlanmak, sonsuz-sınırsız enerjinin hücreler arasındaki seyrinde “ironik” bir durum yaratmaktan öteye götürmez bizleri. Dolayısıyla, batı bilimi beyinlerdeki “tanrı” kavramını silerek, aslında sınırsız ve sonsuz TEK’e doğru adımlarını atmaktadırlar…

Üstad Ahmed Hulûsi’nin bilimadamlarının “beyin-din” ile ilgili önemli adımı atmalarından yaklaşık 8 sene önce 1984’de “İnsan ve Sırları” kitabında ilk defa detaylı bahsettiği ve daha sonra 1991 yılında ilk yayınlanan “Dua ve Zikir” adlı kitaplarındaki “beyin” ve “dua” bağlantısı sadece batılı bilimadamlarına değil tüm insanlığa bu önemli adımda ışık tutacak niteliktedir. Meselâ John Horgan’ın 1994 yılındaki yukarıda kısaca paylaştığım deneyin konusu tamamen “dua ve zikir” mekanizmasının işleyişine açıklık getirici niteliktedir. Bu da şöyle açıklanmıştır:

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibariyle bioelektrik enerji üretip, bunu dalga enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan manâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasite ile çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, klâsik bir yaşam türü geçirir... Bildiğimiz herkes gibi...
Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür!..
Normalde çok küçük bir yüzde ile çalışıp geri kalan miktarı kullanılmaz bir halde bekleyen beynin, bu boş duran kapasitesinin devreye sokulması yolu ZİKİR'den geçer.
ZİKİR ile beynin belli bir bölgesindeki hücre grupları arasında üretilen bioelektrik enerji, zikrin devamı halinde bu bölgeden taşarak, görevsiz bekleyen yan hücrelere yayılır ve onları da mevcut kapasiteye ilâve ederek devreye sokar.
ZİKİR, konusu ne ise, o anlamda bir frekans yayarak bu hücreleri devreye alan beyinde, elbette ki o istikâmette de faâliyet gelişir.”

Bilimadamlarının yukarıda aktardığım deneylerde gözlemlemiş oldukları bir başka nokta da; yoğun meditasyon sırasındaki beyindeki dış dünya ve iç dünya ayrımı ya da zaman-mekân olgusunun oluştuğu beyindeki bölgenin karanlığa gömüldüğü yani oraya akımın gitmediği ve dolayısıyla da deneklerin kendilerini zaman-mekân kavramından, dış dünya olgusundan soyutlanmış ve sınırsızlığı ve sonsuzluğu hissetmeleri. Bu da yine 1400 küsür sene önce Hz. Muhammed (s.a.v)’nin “namaz mü’minin mirâcıdır” diyerek “namaz” adı altında anlatılmak istenen dua ve zikir çalışmasının, tamamen zihinsel ve şuursal bir yönelişin neticesinde sonsuz-sınırsız TEK’te kişinin izâfi benliğinin, bedenselliğinin “yok”luğunu hissetmesidir. Bu konuda Üstad Ahmed Hulûsi de 1986 yılında yazmış olduğu “İnsan ve Sırları” kitabının “Dünyada en önemli çalışma: Zikir” başlıklı kısmında bunu detaylı bir şeklide anlatmış ve şöyle ifade etmiştir:
Namazda okunan bütün âyetler, duâlar ve tesbihler hep zikir cümlesindendir.
Namaz ise mümkün olduğunca dış dünyadan soyutlanarak tam bir konsantrasyon içinde okunan manâları ruha yükleme yöntemidir.
Namazı bir jimnastik gibi anlamak, tümüyle cahillikten ve meselenin içyüzünü görememekten kaynaklanan ilkel bir görüştür!..
Namaz, esasen, tamamıyla öze; özünde mevcut olan Allah'a yönelme olayıdır!.. Bundan mahrum olanlar ise, bu çalışma neticesinde kendilerinde ortaya çıkabilecek o kadar değerli şeylerden
kendilerini yoksun bırakmaktadırlar ki bunun dille anlatılması asla yeterli olamaz!..”

Görünen o ki, bilimadamlarının sadece yaptıkları deneyler değil, ayrıca yazdıkları makalelerin başlıklarında (“Tanrı Neden Uzaklaşmayacaktır”, “Tanrı niye Gitmeyecektir”, “Beyinde Tanrı’yı Aramak”…) da hep O sınırsız-sonsuz TEK’e yönelişin izlerini görmek mümkün. Bilimadamlarınca bu yolda atılacak adımlar, tüm insanlığa 1400 küsür sene öncesinden bu zamana ve sonsuza kadar kalıcığını devam ettirecek Hz.Muhammed’in ilminin yaydığı ışığın yardımı ile olacaktır.

Çarşamba, Ekim 24, 2007


SOMUT-SOYUT

Ressam soyut bir resim yaptığında sınırsızlığı hissederek çizer. Somut olarak bir ağaç, bir kuş vs. çizmez. Beklediği de resmine bakanların o çizdiği resimdeki sonsuzluğu hissetmesi ve ona belirli bir anlam yüklememesidir. Ancak, biz o resmi incelemeye başladığımızda kendimize, kendi iç dünyamıza “göre” şekiller vermeye ya da o resimdeki renklerden ve renklerin akışından bir şekil, bir anlam çıkarmaya çalışırız. Elbette bu çıkarım bizim kendimizdeki duygu ve düşüncelerimiz doğrultusunda olacaktır. Öyle ki, 10 kişi bu soyut olarak çizilmiş resme baksa, muhtemelen 10 farklı somut benzetmeler ve yorumlar almak mümkün olacaktır. Ancak ressama dönüp sorsak, kendisi ne hiç birine “yanlış”, ne de hepsine “doğru” der. Yorum yapmaz. Sadece dinler ve seyreder yorumları, yorumcuları…

İşte bu soyut resme baktığımız gibi dünya yaşamı içerisinde bazen farkında olarak, bazen de farkında olmadan yaptığımız somutlaştırma çabaları bizleri ressamın sonsuzluk ve sınırsızlığa davet için çizdiği resme bir sınır koymaktan öteye geçirmez. Çünkü bizler, yaşantımızın her noktasını “anlamlı(!)” kılmak için sürekli bir somutlaştırma gayreti içerisindeyiz. “Soyut” mânâlardan oluşmuş ama bakanın bakış açısına göre “somut”laşan bir dünya yaratırız. Her bilgi bizde somutlaşma tezgâhına girer ve gerçek anlamından uzaklaşıp gider. Öyle ki, bize ulaşan her bilgiyi biz beynimizde canlandırma yani bir şekle sokmak için çalışırız. Ne kadar bir şekle bürünürse o bilginin o kadar anlamlı olacağını düşünürüz. Bu şekle sokma ise 5 duyu ile sınırlı olmamızdan dolayı görecelidir, genellemelere dayalıdır. Benzetme ve mecazlar ile pekiştirilmeye çalışılır ve mecaz ve benzetmeler esas alınarak orijinal bilgi somutlaşır, hakiki anlamından çok farklı anlamalara bürünür. Bir örnek vermek gerekirse, "cennet" ve "cehennem" kavramları hepimizin bilicinde somut bir yer, bir mekân olarak anlamlaşan iki kavram olmuştur. Biz “cehennem”i kaynar kazanlar içerisinde ateşler içerisinde bir mekân ve “cenneti” de insan için hoş gözüken başka bir mekân olarak somutlaştırıp, soyutluktan yani gerçek anlamından uzaklaşmışız. Hakikâtte ise bu iki isim, bilincimizin yaşamakta olduğu iki farklı deneyimi işaret etmektedir. Bir tanesi hakikâte yani sistemin gereğine göre yaşamanın ve diğeri ise yaşamamanın bilincimizde oluşturdukları anlamındadır.

Yazının başında verdiğim resim örneğinde de olduğu gibi her an somut bir şeyler oluşturma ve görme ve onu beynimize kaydetme çabasındayken nasıl soyutu algılayıp, değerlendirebiliriz ki?...

O zaman şimdi gelin “somut” ve “soyut”u felsefik ve bilimsel irdelemeye devam edelim ve bu inceleme sonucunda “somut” ve “soyut” ile ilgili farklı bir bakış açısı yakalamaya çalışıp, bunun yaşamımıza nasıl olumlu bir katkıda bulunabileceğini düşünelim...

Felsefik anlatımda, birşeyin “somut” denilmesi için dokunulması, görülmesi ve “soyut” olabilmesi için de dile gelmesi ya da yazılması gerekmektedir. Yani “somut” olan nesnenin kendisi olurken, bu nesneyi temsil eden söz ya da yazım “soyut”tur. Buna bir örnek vermek gerekirse; gördüğümüz “çiçek” yani çiçeğin kendisi somuttur. Ancak, “çiçek” ismini söylediğimiz ya da onun hakkında düşündüğümüz, yazdığımız anda soyutlaşır. “Çiçek” sözcüğünün kendisi soyuttur. “Çiçek” bir kavramdır yani "çiçek" kelimesi ile ifade edilmek istenen anlam önemlidir ve kavramların da nesnel olarak birebir karşılığı bulunmaz. Yani benim bildiğim ve dokunduğum, gördüğüm çiçek gibi bilemediğim pek çok “çiçek” olabilir. O zaman ben, bende mevcut olan bilgi çerçevesinde çiçeği algılayıp, değerlendirebilirim. Bu da çiçeğin gerçek, orjinal yapısını değerlendirebildiğim anlamına gelmez. İster çiçek olsun ister başka bir nesne, bir nesneye ait olan özellikleri saymak, o nesneyi tam olarak tarif etmek demek değildir. Çünkü her tarif, tarif edenin bakış açısına göre şekil alır ve somutlaşır. Felsefik açıklamadan da anlaşılacağı gibi kavramlarla somutluk arasında çok büyük bir fark vardır. Kavramlar ve o kavramların anlatmak istedikleri ile gördüğümüz ve deneyimlediğimiz nasıl aynı, birebir olabilir ki???...

Bilim ise, kuantum teorisine kadar hep maddeyi “somut” yönden incelemiş, hattâ her teorinin kabulu olabildiğince somut deneylerle gerçekleşmiştir. Taa ki kuantum mekaniği bilimin felsefeye yönelen bir kolu gibi doğmasına kadar. Kuantum teorisi ile bilim, “somut” dünyadan “soyut” dünyaya geçerek hakikâtin, gerçekliğin algılanmasında büyük adım atmıştır.

Kuantum teorisinde her parçacık aynı zamanda dalgadır. (Bu arada parçacık ve dalgacık isimlerini okuduğunuz anda beyninizdeki bilgiler doğrultusunda bir şekle sokmaya başladığınızı ve “somut”laştırma gayretinizi fark ediyor musunuz?...) Bu fizikçileri şaşırtan bir durumdur. Çünkü bu bakış açısına kadar ki bakış açıları onları maddeyi “somut” olarak incelemeye yöneltmekteydi. Ancak şimdi kuantum teorisiyle mikro evrende atomik boyutlarda, maddenin ve ışığın dual yani ikili karakteri kabul edilmektedir. Kuantum teorisi ile “somut!!” olarak bilinen madde bazen dalga karakterine bazen de tanecik karakterine bürünmektedir ve aynı ikili karakter ışık için de gözlemlenmiş ve ışık bazen tanecik yani foton gibi bazen de dalga gibi davrandığı anlaşılmıştır.

Fizikçi Nick Rubert, dünyayı sadece baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akan bir dalga çorbası olarak tanımlarken, Karl Pribram ise tüm duyu organlarının mercek sistemine göre çalıştığını belirtmiş ve bu mercek şeklindeki çalışma sisteminin ise "dalga çorbası" diye tanımlanan evreni o boyutu ile algılanmasının hayli güç olduğu bildirmiştir.
Yani Karl Pribram'ın ifade etmek istediği ve bizleri Rubert'in açıklamasına yönlendirdiği nokta şudur ki; bizim algılama sistemimiz 5 duyu ile kayıtlı olmasından dolayı algıladığımız evren bize somut madde görüntüsü vermekte ve biz de bunun ötesini algılayamamaktayız. Ancak bu kayıtlılıktan çıktığımız da göreceğiz ki, evren somut maddeden ibaret değil. Bu şekilde düşünmekle de bizler için “somut” olarak kabul edilen madde kavramı hükmünü yitirmeye başlayacaktır.

Kuantum teorisinin anlatmak istediğini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken beyinler, yeni bir teori ile tanıştılar. O da “string” yani “sicim” teorisidir. Sicim teorisi kuantum teorisini bir adım daha geliştirerek, bildiğimiz evrenin bir frekanstan yani bir titreşim okyanusundan oluştuğunu açılayıp, dalga-parçacık ikilemesinin ötesine geçer. Maddeyi hem dalga hem de parçaçık olarak açıklayan kuantum teorisi, sicim teorisine göre “somut” kalırken, sicim teorisi ile “soyut”a yani sonsuz anlam âlemine doğru emin adımlarla ilerlenmektedir.

Bu noktada da artık kafamızdaki “somut”tan bahsetmek ne kadar gerçekçi olur, onu da bilemem. Ancak ressamın çizdiği sınırsız ve sonsuz anlamları içeren bir resimde hiç şüphesiz sicim teorisi de yine bir şekilde “somut” bir anlamlandırma olarak kalacaktır. Yani “soyut” ve “somut” içinde olduğu boyuta göre isimlenir ve bilinçli olarak farkedilen “somut” olarak nitelendirilebilir. Bu bakışla “soyut” olan da bilincimizde anlamlandıramadığımız, farkedemediğimiz olacaktır.

Bu bilgiler doğrultusunda kendimizi ve karşımızdakilerini nasıl somutlaştırldığımıza bir bakalım şimdi…

Karşımızdaki kişileri madde beden olarak gördüğümüz sürece o kişiyi “somut” olarak algılarız. Ancak o kişiyi tasvir etmemiz de bilindik özelliklerden yola çıkarak olacağından yine “somut” bir gözlem olacaktır. Bizlerin o kişinin tüm özelliklerini bilmemize ve o kişiyi tam anlamı ile değerlendirmemize imkân yoktur. Ne kadar çok isimlerle ve o isimlerin anlamları ile değerlendirme yaparsak yapalım, isimlerin mânâlarını bilindik anlamlarla düşündüğümüz için yine belirli bir somutlaştırma sözkonusu olacaktır. Ne zaman ki karşımızdakini belirli özelliklerle sınırlamadan algılamaya çalışırız, o zaman “soyut” bakış açısına geçmiş oluruz.

Karşımızdaki kişileri ya da kendimizin beden olduğu kabulü, bizi tamamen “somut” bakış açısı içersinde hapseder. Ancak madde beden ötesinde bir “ruh” beden (mikrodalga hologramik yapı) de olduğumuzu düşünmek ve kabul etmek “soyut”a doğru bir seyirin başlangıcıdır. Aslında “ruh” bedenin de ötesinde bir “bilinç” varlık olduğumuzun kabulü ve bu yöndeki düşünce ve yaşayış, “soyut” dünyasındaki seyri daha da anlamlı kılmaktadır. Bu bilinç varlık bakışı ile bakıldığında da ruh beden bakış açısı “somut” hükmündedir. Yani, ruh beden kabulü bile bilinç beden kabulüne göre “somut” bir anlam içermektedir. Şimdi, “bilinç” varlığımızı biraz düşünelim ve hayâl etmeye çalışalım… Oldukça zorlandığımızı ve bir şekle sokamadığımızı görebiliriz. İşte, “soyut” denilen kavram için açıklayıcı en önemli unsur da “belirli bir şekli olmadığı”dır.

İşte bizim tüm yaşantımız boyunca yaptığımız somutlaştırma çabaları bilmeliyiz ki bizleri hakikâti anlamaya değil tam tersi hakikâtten uzaklaştırmaya iter. Eşyanın yani herşeyin hakikâtini anlamada en önemli adımlardan birisi “soyut bakış açısını” hayatımıza oturtmamızdır. Yani somut maddeden arınma ve bir “hiç” olduğumuzu anlama çabası içinde olmalıyız. 5 duyu ile kayıtlı olan beynimizi beş duyu ötesinde bir bakış açısına yönlendirmemiz yani “soyut” olarak adlandırılan bilinç fonksiyonunun önemini fark edip, “akıl” yönlü yaşamalıyız. Bir “beyin varlık” değil, “bilinç varlık” olarak bize ulaşan bilgileri bilinçli, koşulsuz, önyargısız, evrensel bir bakış açısı ile deşifre etmeliyiz.

Son olarak, yazımı bitirmeden önce sizlerle iki ayrı şiirin birer mısrasını paylaşmak istiyorum. Bu her iki şiirde de somut dünya ile soyut dünya ile ilgili bilgiler mevcut, ama tıpkı yazımın başındaki soyut bir resmi inceleyenlerin bakış açısına bırakıldığı gibi bu iki şiiri de somutluk ve soyutluk açısından sizin bakış açınıza ve değerlendirmenize bırakıyorum.

"Senin içine girdiğim zaman
Dışımda kalıyorsun
Senin dışından bakınca
İçime sığamıyorsun."
(Özdemir Asaf)

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında."
(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Pazar, Ekim 07, 2007


YAPAY KROMOZOM (ARTIFICIAL CHROMOSOME)

Yapay zekâ tartışmaları üzerine yapılan filmlerle de güncelliğini korumaya devam ederken, 7 Ekim 2007 tarihli hemen hemen tüm gazetelerde yeni bir yapay araştırma gündeme oturdu: “Yapay Kromozom”un elde edilmesi… Önce gelin bundan tam 10 yıl önce yapay kromozom çalışmaları ile ilgili fikirlerini paylaşan Craig Venter’a yapay kromozomu elde edişin başlangıç hikâyesini, Eylül/Ekim 1997 yılında Scientific Watch’a verdiği röportajdan Türkçeye çevirdiğim bazı önemli kısımları okuyalım:

J. Craig Venter DNA uzmanının başkanlığındaki Genom Araştırma Enstitüsü (TIGR), yapay kromozom elde ettiler. Bu konuda Venter’la yapılan Eylül/Ekim 1997 yılında Scientific Watch’a verdiği röportajdan Türkçeye çevirdiğim bazı kısımları sizlerle paylaşmak istiyorum:

Fikir esas olarak koromozomları sıralamaya çalışmada ve sıralamada ve daha sonra da datayı yorumlamada ortaya çıktı. Esas olarak, henüz bu sıralamayı yorumlayacak ya da çözebilecek yeterli bir software program veya bilgisayarlı bir yaklaşım yoktu. Çünkü koromozomlarımızda sadece DNA’nın %3’ü kadarı genleri çözümler….

…. Sadece basit olarak farkedilen şey: Vücudumuzdaki her hücre bilgiyi nasıl işleyeceğini bilmekte. Kalp geni, tüm genetik kodu gözden geçirip, sadece hangi genler değil hangi genlerin kesin olarak kalbe özgün olduklarını bilmekte; beyin hücrelerimiz, bunu beyin için nasıl gerçekleştireceklerini bilmekte. Belki de fizyoloji altyapısına sahip olduğumdandır, fikir bende çok net ortaya çıktı: “Neden hücreleri bir süperbilgisayar gibi kullanmayalım?”…

… Tüm genomu inceliyorduk ve resmin bütününden yaşam hakkında bir görüş, anlayış kazanmaya çalışıyorduk. Bunu anlayışı bütünü incelemekle değil bir de en küçük genomla(mikoplazma genitalyum) -sadece 470 gendir- ele aldık… ve gördük ki; eğer bu 470 genin yaşamı oluşturmada nasıl birlikte çalıştığını daha anlamayamıyorsak, insan genomundaki 60.000 geni nasıl anlayabileceğiz?..

Oluşturduğumuz takımla mikoplazma genitalyum (mycoplasma genitalium) genlerinden her biri üzerinde hangisinin yaşam için özellikle gerekli olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Belki bu genlerden 100 tanesini göz ardı ettik ve ulaştığımız şey halâ bir yaşayan organizmaya sahip olduğumuz. Bunu denemek için, geri kalan 370 genle yapay kromozom elde ederek gerçekten de yaşam oluşturup oluşturmadığımızı göreceğiz. Eğer bunu minimalist boyutta gerçekleştirebilirsek, daha da ilerleyip, meselâ 2.000 gene sahip olan Haemophilus gribini anlayabiliriz
….”

Tarih 7 Ekim 2007… Tam 10 yıl sonra Craig Venter, genetik şifrenin okumaktan yazılmaya doğru gidildiğini belirterek, yapay kromozomun kimyasal malzemelerle 580 bin çift genetik şifre içeren 381 geni birbirine ekleyerek elde ettiğini ilân eder. “Mycoplasma laboratorium” adı verilen sentetik kromozom daha sonra yaşayan bir bakteri hücresine yerleştirilmiş ve hücrenin kontrolüyle yeni yaşam biçiminin etkilerinin gözlenmesi sürecine geçirilmiştir.

Yapay kromozomu anlatırken Craig Venter’ın söylediği çok önemli bir cümle var; “genetik şifremizi okumaktan yazmaya doğru gidiyoruz.” Gelin şimdi bu cümlenin anlamını düşünelim…

Önce kromozom kelimesi bize ne ifade etmekte ona bir bakalım… Bir sitoplazma ve çekirdekten oluşan hücrelerden meydana geldiğimizi biliyoruz. Çekirdeğin içinde ise ipliksi parçalar “kromozom” adı almaktadır.Kromozomlar da DNA zinciri ile ‘‘histon’’ denilen protein zincirinden oluşur. DNA zincirleri de proteinleri sentezlemekle görevli ‘‘gen’’ adı verilen birimlerden oluşur.

Bedeni makro evren kabul edip, bir zumlama (zoom in) ile içsel bir seyre dalarsak, kromozonun yerini farkedebiliyor muyuz? Beden, bedeni meydan getiren hücre grupları ve hücreler, hücreyi meydan getiren sitoplazma ve bir çekirdek, çekirdeğin içindeki kromozom ve kromozomun oluşumundaki DNA zinciri ve protein zinciri…ve daha da ötesi…

İşte belki de bu seyri farkediş bizler için bir OKUmadır. OKU’nup, anlaşılarsa da özümsenerek yazılabilir. Venter ve ekibi belli ki kromozomları OKU’muş, yani hücre ve kromozomun yapısına vakıf olarak, “hayy” isminin anlamını yapay kromozomu gerçekleştirerek ortaya koymuş… Ancak başka bir açıdan da baktığımızda, bir hücredeki genlerin saysız bilgiler içerdiğini düşünürsek eğer, yazılanlar OKU’nulacakların yanında tıpkı bir kromozomun sonsuzluk seyrindeki noktalardan bir tanesi gibi gözükmektedir. OKU’nacak ve yazılacak sonsuz oluşumlar ve manâlar içinde önemli bir anlamı olan mikron boyutundaki kromozom hakkındaki bu çalışma, şüphesiz sistemi anlamada ve anlamlandırmada atılan dikkat çekici adımlardan bir tanesi.

Pazar, Eylül 30, 2007


SORGULAMA

Bir bilgeye sormuşlar:
“Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
“Terzimi severim,”diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar:
“Aman efendim, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?”
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
“Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü, ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.”

Yukarıdaki durumda da bahsedildiği üzere kişi herhangi bir konu hakkında fikir sahibi olduğunu düşündüğü zaman, o noktada bırakır “sorgulamayı”!!.. Karar verilmiştir ve beyinde o konudaki çalışma belki geçici bir süre ama büyük bir ihtimalle tamamen devre dışı bırakılmıştır. Artık beyindeki o bilgiye ait kısım, kapısı açılmayacak bir odadır…

Biz, aslında sorgulamayı belki de çok küçük yaşlarda bıraktık farkında değiliz. Küçük yaşlarda sorgulamaya başlayan çocuğa, sorguladığı kavramlar yakın çevresi tarafından, sorguladığı herşeyin kendi dışında olduğu düşündürülerek, şartlandırılarak anlatılmaktıdır. Bu yakın çevrenin de aynı şekilde edindiği bilgiden kaynaklanmaktadır. Böylece bir nesil diğer nesile göreceli ve şartlanmalar ışığı altında bilgi aktarımı yapar durur. Sanki “sorgulama geni” diye bir şey var ise o, aktarılamaz olmuştur… Ta ki bir düşünen beyin çıkıp da edinilen bilginin sorgulamasını yapana kadar da bu durum devam eder gider…

“Sorgulama” düşünüldüğü kadar kolay bir beyin işlevi değildir. Kişide gerekli düşünce becerisi ortaya konmadan sorgulama yapması çok zordur. Hele hele dışa dönük, yani dışarıya göre yaşayan bir toplumda doğmuş ve yaşayamaktaysak bu daha da zorlaşacaktır. Çünkü, dışa dönük toplumlar (burada dışa dönük derken popüler anlamında değil, dışarı merkezli demek istiyorum) sorgulamaz. Dışında varlık algılayan, dışındakiyle ilgilenen bir toplum içinde yaşayan kişi de, kolay kolay dışındakileri bırakıp da özüne yönelmeye, hakikâtini sorgulamaya ve ulaşmaya çalışmaz, çalışamaz…

Bu dışarı odaklı toplumlarda yazıldığı üzere “sorgulaMA!!” yani olumsuz bir anlam olarak ortaya çıkmıştır. Hattâ sorgulayanlar toplumda kabul görmeyen, rahatsızlık verenlerdir. Çünkü, sorgulanan herşey, sorgulayıcı tarafından tatmin olunana kadar devam eder. Yani işin hakikâti öğrenilene kadar. Bu aşamada, çoğunluk hiç düşünmedikleri, hattâ düşenemediklerinin sorgulanmasından doğal olarak rahatsız olurlar. Aslında bu sorgulama, onların da özünde mevcut olan bir bilişsel özelliktir. Ama hatırlatılması hoşlarına gitmez. Çünkü, onlar sorgulamayıp ve onun neticesi ortaya çıkacakları bilmeden yaşamanın daha kolay ve huzurlu bir yaşam olduğunu, “sorgulama”nın da iç huzuru bozduğunu düşünerek, hakikâtlerinden uzaklaşırlar. Bu tarz yaşamı seçenlerin bilinç boyutu, tasavvufta “nefs-i emmare” diye anlatılır.Yani, madde dünyası içinde sınırlanan ve beden arzu ve istekleri için yaşayan ve hakikâtlerini sorgulamaktan uzak beyinler, “sorgulama” ile özlerine doğru yapacakları yolculuğu reddederek, hakikî, mutlak huzuru kaçırırılar.

“Sorgulama” becerisi yani mekanizması hepimizde mevcuttur. Zaten sorgulama, derinine düşünme olmasaydı, kişi kendi özüne ve hakikâtine nasıl ulaşabilirdi ki?!... “Beceri” dediğimiz özellik de bu bilişsel mekanizmayı çalıştırmak, yani ortaya çıkarmaktır. Bu çalıştırma yollarını kullananlar da, tıpkı bir bilgisayar programı olan “google” arama motoru gibi, beyindeki o arama motorunu (sorgulama,düşünme mekanizması) kullanarak kaynağa ulaşma imkânı bulabilmektedirler.Bu sorgulama kullanma kılavuzu herkesin elindedir. Yeter ki kullanmasını bilelim...

Bir şeyi sorgulamak için ilk gerekli adım, “düşünmeye” başlamaktır. Düşünme işlemi bilişsel bir işlem yani “bilinçli” yapılan bir durumdur. Düşünme olmadan sorgulama olamaz. Düşünme işleminde konuya odaklanma vardır. Meselâ, size “hangi rengi seversiniz?” diye sorulduğunda hemen cevap verebilirsiniz… Peki o rengi neden sevdiğiniz sorulduğunda? Hemen cevap verebiliyor musunuz?... İster hemen cevap verin, isterseniz biraz düşünün… aslında hep düşünme işlemi üzerindedir beyin… Tabii, burada önemli olan verdiğiniz cevabın hızından çok buna bir cevap verip, verememeniz…Yani bunu bilinçli olarak düşünebiliyor musunuz, yoksa “aman canım bu ne biçim soru, ne bileyim ben, ya da bilmem seviyorum işte…” gibi mi cevapları mı tercih edersiniz?

O zaman, farkına varabiliyoruz ki, hayattaki belki de en basit hatta saçma diye adlandırdığımız sorular aslında bizler için önemlidir. Çünkü, düşünmemize, sorgulamamıza yardımcı olurlar. Düşünmeye başladığımız anda da, beyin o kelime ya da o konu hakkında ne kadar veri varsa tıpkı google arama motoruna yazdığınız bir konu gibi, bioelektrik sinyaller ile sizde mevcut bulunan tüm bilgileri tarar ve size cevapları yollar… Siz de, bilgi birikiminize (veri tabanı) göre bu TÜM bilgiyi kendinize göre değerlendirirsiniz ya da değerlendirmezsiniz. O da sizin kapasiteniz kadarı ile mümkündür.

Burada dikkat çekici olan bir başka nokta da “bilgi”dir. Yani düşünmenin başlangıç noktası olan “bilgi”. Aslında belki de sorgulamanın basit açıklaması da “bilgi”ye dayalı olmasıdır. Yani sorgulama, sizdeki bilgi birikimine göre anlamlandırdığınız dünyanızdan tatmin olmayıp, sonsuz anlamlar içeren salt bilgi kaynağına (DATA) ulaşma çabasıdır. Sorgulama, bir bakıma da sınırlı kaldığımız dünyamızdan sonsuz anlamlar içeren hakikâte yolculuktur. Bu, Kurân-ı Kerîm Kıyamet Suresi 2’de de şöyle ifade edilmiş:

“Ve la uksimu BinNefsiLevvameh.
Ve (Bi-) nefs-i Levvameye (sonsuz –sınısızlığa, evrenseliğe, hakikâte yönelmek ve kendini tanımak için ilk başlangıç bilinç hali; kendini levm eden sorgulayan nefs’e) kasem (yemin) ederim.”

Sorgulamak dolayısıyla düşünmek konusunda Kurân-ı Kerîmde pek çok ayet vardır ve hepsi de “düşünmeye, idrâk etmeye, anlamaya” yöneltmektedir bilinçleri…

Düşünüp, sorgulamak ve bunun neticesinde ulaşılan bilgiyi sentez yapmak ve idrâk etmek beyinde bilincimizde yepyeni açılımlara yani manalara açılmamıza, ulaşmamıza vesile olan çok etkili bilişsel bir faaliyet olduğuna göre, acaba sonsuz manalar okyanusunda Esmâ-ül Hüsnâ diye adlandırdığımız isimlerin işaret ettiği manalardan hangileri bilincimizde daha aktif hale gelmektedir?

Gelin, şimdi bazı isimleri ve manaları, “sorgulama” sürecini başlattığımızda, bilincimizde nasıl anlamlarla ortaya çıktıklarına bir göz atalım:

Sorgulama edinilmiş bilginin düşünülmeden kabul edilmeyişine işarettir, yani bir nokta koymamaktır. Kişi düşünerek, araştırarak hakikâtine ulaşmaya çalışır. Hakikâtine dair ulaştığı her nokta onda bir idrâk oluşturur. İşte bilinçli olarak idrâk etmek ve kabul etmek “sorgulama”dan geçer. Mümin (Gaybın sonsuz sırlarına açık idrâkı oluşturan)

Sonsuz manaların düşünce dünyamızda anlam kazanılır olması, bir şeklide şekillenmesi için bizde açığa çıkmış her bilginin sorgulanıp üzerinde düşünülmesi, tasavvur edilmesi gerekmektedir. Tabii bu düşünülüp,sorgulanılan bilgi ve bizde oluşmuş manâsı ile sonsuz manâlar karşısında asla kayıtlıyamayız kendimizi. Musavvir (manaları şeklillendiren)

Her derinine düşünme ve dolayısıyla sorgulama bilinçteki anlamların, daha farklı boyutlarda manalar olarak ortaya çıkmasına da vesiledir. Yani tetikleme (trigger) görevi yapar. Siz bir şeyi sorgularken ve düşünürken o düşündüğünüzden başka noktalara, anlamlara da geçişler olacaktır. Bir anlam sizde başka bir manayı besleyip, geliştirecektir. Rezzak (Sonsuz manaları besleyen)

Sorgulama, derinine düşünme ile gerçekleştirdiğimiz bu beyin çalışması sayesinde beynimizin kısıtlı kullanım kapasitesi artacaktır. Bu sorgulama ve düşünme neticesinde, öğrendiğimiz ve algıladığımız hakikâte ait her yeni bilgi, bizdeki bir kısım değer yargısı ve şartlanmaları da ortadan kaldıracaktır. Fettah (sürekli aşama kapılarını açan tüm kapanıklıkları geçirten) Kısıtlı manâ dünyamız sınırsız manâlara doğru genişleyen bir şekilde açılmaya başlayacaktır. Basît (açan yayan genişlik veren)

Sorgulama, analiz ve sentezi de içinde barındırır. Sorguladıkça, ulaşılan bilgi ile içinde bulunduğumuz ortam ve getirdikleri, yani sistem daha farklı değerlendirilebilinir. Bir başka değişle sorgulama ile ulaştığımız her bilginin sahip olduğu manâların hakikâti (yani edinilmiş bilgi-knowledge- ötesini görme) anlaşılıp, algılanıp, değerlendirme imkânı bulabiliriz. Semî (yarattıklarının her halini algılayan) ve Basîr (yarattıklarının her halini değerlendiren)

Sorgulamak, derinine araştırmayı gerektirir. Araştırdıkça sorgularsın ve düşünürsün. Bu süreç içerisinde ulaşılan bilgi ve içerdiği anlamlar, bize “göre” pek çok farklı boyutlarda, yine bize “göre” farklı kompozisyonlar şeklinde karşımıza da çıkarlar. Ancak Kaynağa doğru ilerledikçe, farkederiz ki,TEK ve SALT bilgi yani hakikât bilgisi bize “göre” boyutsal anlamları olan ama aslında TEK KARE RESİM’dir. Alîm (manaların oluşturduğu tüm kompozisyonların her halini bilen)

Sorgulama ve derinine düşünme ile beynimizde açığa çıkan bir bilişsel enerji akışı mevcuttur.Bu bioelektrik enerji akışının oluşması ve diğer hücre gruplarına geçiş yapaması bir düşüncenin belki de sorgulanarak cevap olarak anlamlanması ile daha da etkili olacak ve diğer hücre gruplarına bu enerji akışı sağlanacak ve diğer hücre gruplarının aktive olması neticesinde de hangi konu üzerinde derinine düşünülüp, sorgulanılmışsa o yönde bambaşka bir idrâk oluşacabilecektir. Nûr (açığa çıkartan idrâk ettiren, kendisiyle irşad olunan)

Sorgulamamak ve bize ulaşan bilgileri düşünmeden kabul etmek ya da reddetmek bizi hiç şüphesiz ki gerçeğe yönelmekten alıkoyacaktır. Bunun tersi yani sorgulayıp, derinine düşünmek ise, bize hakikâti anlamada yardımcı olacak anahtarlardan sadece bir tanesidir. Hâdi (Gerçeğe yönlendiren, gerçeği görmeyi sağlayan)

Sürekli sorgulamak ve derinine düşünmek, bizi bir önceki halimizden daha ileri bir noktaya getirebilecek ve eğer yaratılış programımızda da yazılmış ise bizi hedefe götürmeye yardımcı olacaktır. Reşîd (varlıkları var ediş gayesine göre hedefine ulaştıran, olgunlaştıran)
Sorgulama yaptığımızda hakikâti anlamaya, idrâka doğru bir yönelim vardır. Eğer sorgulamamız özümüze yönelik samimi ve devam eden bir sorgulama ise mutlaka bir cevaba ulaşacağızdır. Mucîb (Tüm yönelenlerin dileklerine cevap veren)

Son olarak, “Allah’a ermek isteyen beyin sorgular” demiş, Üstad Ahmed Hulûsi. O’nun bu sözünden yola çıkarak, sonsuz manâlar içerisinde 99 ismin manâlarının da içerisindeki bazı isimleri ve işaret ettikleri manâları “sorgulama ve derinine düşünme” çerçevesinde düşünüp, bu noktada anlamlandırdıklarımı paylaşmak istedim. Bu yazıyı okuyan sizler de sorgulayıp, düşündüğünüz anlam dünyanızı “yorumlar” kısmında paylaşırsanız, sorgulama ve derinine düşünme sürecini noktalamayıp (.), virgül (,) ile devam etmiş oluruz.

Pazartesi, Eylül 24, 2007


KARA MADDE (DARK MATTER)

Yakamozlu bir gecede denize hiç girdiniz mi? Karanlık suda elinizi her atışınızda etrafa parlak simler saçarak yüzmenin keyfini hiç tattınız mı? Tüm vücudunuzu saran karanlığın içinde “yok” gözüken ama sizin bir el hareketinizle bir anda beliren ışıl ışıl simler… İşte “yakamoz” ve onu keşfetmenin keyfi… Peki, nedir bu sim gibi, florasan ışığı gibi parlayan ve “yakamoz” adını alan karanlıkta “giz”li; ama bir el hareketi ile açığa çıkan?

Yaygın olarak bilinen yanlış bilginin (Ay ışığının suya, denize vuran yansıması) aksine, “yakamoz” bir biçimde ateş böceğinin denizde yaşayan versiyonu şeklindeki bir canlıdır. “Luminisens” maddesini vücudunda barındıran bu canlıya, dokunulduğunda bir ışık saçar (phosphorescence in the sea). Bu canlı bir planktondur, milimetrik boyutlarda bir canlıdır. İşte bu milimetrik canlı kendisinde bulunan bir madde sayesinde karanlıkta “yok”!! gözükmekle birlikte aslında “var” ve hattâ bu ışık saçma özelliğini de sadece ve sadece karanlığa borçludurlar.

Biraz daha geniş (makro) anlamda baktığımızda, bizim evrenimizdeki karanlık!! maddeler (dark matter) ve karanlık!!enerjilerin varlığı neden bizi çok şaşırtmakta???Belki de karanlık sudaki seyrimizi yeryüzüde yapabildiğimiz ve gökyüzüne dokunamadığımız içindir!!!.... Gelin şimdi çıplak elle dokunamadığımız ama bilincimizin ulaşabileceği bir seyahate çıkıp kara madde ile tanışalım…

Kara madde (Dark matter), evrenin bilinmeyen yönü yani karanlıkta kalan tarafı diye adlandırılmakta, ama aslında varolup, bizler tarafından algılanamayan taraf olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimadamlarına göre, bildiğimiz bu evren, %70’i kara enerji (dark energy) ve %25’i kara madde (dark matter) ve %5’i adlandırabildiğimiz maddelerden oluşmaktadır. Kara madde, evrendeki tüm boş!!luğu kaplayan, gözle görülmeyen ve atomlar arasından geçecek kadar inanılmaz küçüklükteki zerreciklere sahip olan bir toz bulutu olduğu tahmin edilirken, hem ışığı vurgulayan, hem de nerede olduğunu bilinememekten dolayı gizemli bir hâl almıştır.

O zaman, elle dokunamadığımız, gözümüzün algılayamadığı frekansları yok saymak ne kadar gerçekçi? Şimdi biz yakomozu, dokunmadan ışık saçmadığı için “yok” mu saymamız lâzım?!,ya da bildiğimiz maddeler dışında bilmediğimiz, henüz algılayamadığımız tüm evreni belki de bir zar??? gibi kaplayan maddeyi sırf algılayamamaktan dolayı önce “yok” sayıp sonra da sanki “yok”u sembolize etsin diye de “kara” adını verip, “gizemli” etiketiyle bir tarafa mı bırakacağız??
Bakın Üstad Ahmed Hulûsi, konuyu daha da ileriye götürerek sadece “kara” olmasını değil, “madde” diye adlandırılmasını nasıl bir dille sorgulamış:

Beş duyu ile önünü görmeye çalışan insanlık, sanki, yerden göğe uzanan metrelerce uzunlukta bir çelik duvarın önünde durmakta; jilet kalınlığı kadar bir alandan, duvarın arkasını görmeye çalışmaktadır!.
Bilimin algı kaynağı gözün görme sınırları, santimetrenin on binde dördü ile yedisi arasıdır. Santimetrenin üssü -35’lerden başlayan dalga boylarından kilometrelerce uzunluktaki dalga okyanusu içinde gözden beyne giden dalga boyları okyanustan bir zerre bile değildir.

İnsanlığın evrenden algıladıklarının tamamı yüzde 4’tür günümüz bilimine göre… Geri kalan yüzde 96 bize karanlıktır. Hesaplamalara göre bunun yüzde 60 küsuru dark (karanlık) enerji ve 30 küsuru da dark (karanlık) madde… Uyarayım; burada kullanılan “madde” kelimesini, beş duyu ile algıladığınız “madde” ile karıştırmayın… İsim benzerliği olaydaki… Gerçekte, sizin algıladığınızı sandığınız gibi bir “madde”, hiçbir zaman varolmadı!
Evet, tüm bilimsel tespitler, bu göz kökenli algılanan verilere göredir…”
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/kuranveyenicag.htm

Bilim “kara madde”nin varlığından bahsederken, yukarıda okuduğumuz üzere algıladığımız şekilde bir maddenin “kara madde" olarak adlandırılan yapıyı anlatmadığını duymakla düşünce sınırlarımız zorlanmaktadır. Sınırsız, şartlanmasız düşünme becerisine sahip olamadan da bu gibi bilgileri anlayabilmek oldukça zor gözükmektedir. Biz şimdilik makro incelemeyi bir tarafa bırakıp, mikro bir incelemeye dönelim. Yani bir başka deyişle, makro evrenden mikro evrene yani beyine dönelim ve biraz da bizdeki “kara madde” ne olabilir? Bunu inceleyelim…

Size bir kağıt alın ve kendinizi tanımlayın desem, ne kadar özelliklerinizin farkında olarak kendinizi tanımlayabilirsiniz? Ya da sizin dışınızda bir kişi ne kadarını tanımlayabilir? Hattâ bu iki sorudan daha da varyasyonlu sorular oluşabilir; sizin bildiğiniz ama başkalarının bilmedikleri özellikleriniz, ya da sizin bilmediğiniz ve diğerlerinin bildikleri özellikleriniz… Bu dörtlü varyasyon, insan ilişkilerinde kendimizi ve diğerlerini tanımaya yardım olması açısından kullanılan “Johari Penceresi Tekniği” diye bilinen bir tekniğin de adıdır.

Şimdi soruların ortak noktasına bakalım; Bilmek, tanımlamak ya da bilmemek, tanımlayamamak… Bildiklerimizi şimdilik bir tarafa bırakırsak, bilmediklerimizi “Johari Penceresi Tekniği”, “Karanlık Bölge (Kişinin ilişkiye yansımayan, durum ve şartlara göre ortaya çıkardığı özellikleri)” ve “Yarıkaranlık Bölge (Sadece kişinin kendisinin bildiği ve başkalarının bilmediği)” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu arada dikkat çekici olan makrodaki yani evrendeki karanlık maddeyi sorgularken, kendimizin “karanlık” özelliklerine ulaşmış olmamız…

Evrende keşfedilmeyi bekleyen binlerce durum mevcutken kendimizi keşfetmenin ve “kara” olarak bilinmeyeni keşfedip ve bilinmeyeni "kara" olarak nitelendirmemenin zamanı geldi de geçiyor. Öncellikle, “kara,karanlık” gibi kelimelerin bizde oluşturduğu anlamın değişmesi yönünde çalışmamız lazım. Çünkü, her bilinmeyene takılan bu “kara, karanlık” sıfatı bizi daha çok bilinmeyene doğru sürüklemektedir. Eğer, amacımız kendimizi tanımak, sınırsızlığa doğru yolculuksa, o zaman ilk önce günlük hayatta bizi bilinmeze doğru sürüklemesi muhtemel kavramları beynimize verdiğimiz yeni bakış açısı komutlarıyla değiştirmeliyiz ve çok daha farklı bakış açıları oluşturarak, anlam dünyamızı geliştirmeliyiz. Yoksa bakın aşağıdaki gibi komik durumlara düşmek kaçınılmaz olur!!:

“İki kör” oturmuşlar sofraya; artık “üzüm” mü, “dolma” mı, yoksa “köfte” mi yerlerken, biri diğerine; “Utanmıyor musun ikişer ikişer yemeye?” demiş...
Diğeri, “Allah’tan kork be adam” demiş; “Sen kör ben kör!.. Nereden çıkardın ikişer ikişer yediğimi?
Cevap vermiş birincisi:“Ben, hep ikişer ikişer yiyorum da!”

Dolayısıyla, bakış açısının değişmesi için, içinde bulunduğumuz önyargı, şartlanmaların ve değer yargıların sınırlamasından kendimizi kurtarmamız gerekmektedir. Çünkü her şartlanma ve değer yargısı bizi sınırsız bakıştan alıkoymakta ve hattâ sizi gözünüzün önündekini bile “gör”mekten uzaklaştırmaktadır. Eğer şartlanma ve değer yargılarımızdan kendimizi biraz olsun sıyırırsak, aslında bizim için “karanlık” diye adlandırılan, sonsuz özellikleri de keşfetmeye başlayacağız. Sonra da göreceğiz ki, evrendeki %5 bilindik madde olduğu gibi, biz de sadece %5 bilindik (algılanabilir) özelliklerden mevcud değil, sonsuz özelliklerle mevcuduz. Üstad Ahmed Hulûsi de, “Kurân-ı Neden Anlamıyoruz” adlı yazısında bu özellikler hakkında çok net şu açıklamayı yapmıştır:

“…Esmâ mertebesi” olarak tanımlanan ve “Allah’ın isimlerinin işaret ettiği özellikler olarak belirtilenler, insana hitap etmesi itibariyle, insan algılama boyutuna hitap eden isimlerdir.!
İnsan ötesi, “nokta” içi projeksiyonda yer alan karanlık (mahiyeti netleşmemiş) enerji, “karanlık madde” (dark matter) olarak varlığını düşündüğümüz ama algılayamadığımız yüzde doksan altılık bölümdeki sayısız varlığı oluşturan nîce sayısız isimlerin işaret ettiği özellikler vardır ki, insan türü bu Allah isimlerini bilmez!...”
http://ahmedhulusi.org/yazi/kuranianlamiyoruz.htm

Sonuçta, kâh “yakamoz”, kâh “kara madde”, kâh da “alt bilinç” olmuş… Algılayanın sınırlı bakışına göre kolay kolay algılanamayan, ama hep aşikâr, hep “var”!..

Son olarak, belki şunu hatırlamak lâzım:“Kör”lük beyinde görme bölgesine ulaşan frekansların çözümlenememesinden doğan bir durumdur. Ancak “algılayamamak” bambaşka bir durum. Meselâ, seyredenler hatırlayacakladır… “Matrix” filminde Neo yeşil akan kodlardan tüm sanal alemi görebiliyor, çözebiliyordu ve “Matrix 3”de de gözleri kör olsa da ana bilgisayara doğru ilerlerken etrafındaki herşeyi algılayabiliyor yani gerçek manâda görebiliyordu.

Bu sonsuz özellikleri ile sonsuz sayıda frekans okyanusunu Neo gibi acaba kaçımız, ne kadarını değerlendirip görebiliyoruz?

Neo kendindeki sınırsız özellikleri keşfettiği anda görmenin ötesine geçti ve sistemi algılaması bambaşka oldu.Dolayısıyla, biz de kendimizi keşfetttikçe yani kendimizdeki sonsuz özelliklerin farkına vardıkça asıl “körlük” o zaman kalkacak ve “basit” anlamda görmek değil, “BASÎR” ismi ile işaret edilen yaşanır hale gelecek, yani gerçek anlamda maddenin ötesindeki hakikât algılanıp, değerlendirilecek ve tüm “karanlık” ve “kara” diye bahsedilen hükmünü yitirecektir.

Salı, Eylül 18, 2007


BİR DOST'UN SOHBETİNDEN...


Bugün burada bir dost ile yaptığım sohbeti Sizlerle paylaşmak istiyorum ve aşağıdaki metin orijinal olarak O'nun kaleminden yansıyanlardır...:


"NAMAZIN KAZASI OLMAZ!..

Sanki bu cümle, suça karşı verilen iyi olmayan bir ceza imiş gibi algılanılıyor.
Yani sen bunu yapmadın, artık bir daha da yapamazsın...
Bir sonlandırma,bir moralsizlik, bir yıkım gibi algılanılıyor..

Medine’ye gidiyorsunuz, adam elinde bir kağıda hesaplamış, 15-16 yaşından beri namaz kılmadığı kaç gün geçirmiş, onları 5’le çarpmış ve sayısını bulmuş...
O sayıyı belli sikluslarla rekatlara bölmüş ve her fırsatta bunu tamamlamak için azimli bir şekilde namaz kılıyor...

OYSA, DİN olan İSLÂM’da, SÜNNETULLAH gereği geçmişin TELÂFİSİ yoktur, realitesinden perdelenmiş...

Bu düşüncesinin altında yatan ise yukarıdaki TANRININ kendisini bu rekatları tamamlarken göreceği ve “AFERİN yaHU!” diyebileceği.

Neden kazası yoktur namazın!...
Aslında soru şu, AN’ı geldiğinde yapılması gerekeni bir AN! sonrasına bırakınca acaba o geçmiş AN! daki değerlendirmeye hiç bir zaman aynı ile vakıf olabilecek misiniz?

Nehir-Irmak akar köprünün altından, her bir debisi bir diğer debisi ile aynı değildir ,benzerse de .... AN!. larda öyledir, birbirlerine benzerler ancak AYNI değildirler...

Namazın kazası var sananlar, geçMİŞlerine yananlardır.
GeçMİŞiNe yanan ise, bırakın gelecekten şimdiden bile perdelenmiş demektir.
“Şeytan onlara arkalarından yaklaşır...”

Bu kazası yoktur sözü intikam amaçlı değil, size yepyeni bir başlangıç kazandırmak içindir.Duymadın mı “DİNE girenin” , tüm geçmiş günahları silinir, anadan doğmuş gibi olur...İşte kazası ile geçmişini önüne getirme, gir DİNE de yepyeni taze bir başlangıç ile algılar olayları demektir, “kazası” yoktur sözü..

Din de NİTELİK önemlidir, NİCELİK değil...
NİCELİK; beynin çalışma sistemi, nöron aktivitesi ile ilgili iken, NİTELİK; ÇOK BOYUTLU TEK KARE RESİM’deki yerini, projeksiyonunu tesbit etmektir.

Unutmayın, H.Z. Ömer, “TÜM rekâtlarımı, EBU BEKİR’in iki rekâtına değişirdim” demiştir... Sayılar, beynin çalışma sistemi –decode etme sistemi ile ilgilidir, MANA ise beynin varlığını aldığı ESMA MERTEBESİ ile ilgili...

Lütfen “namazın kazası olmaz” cümlesini bir de böyle düşünmeye çalışın, ALLAH Kaza değil “nafile-yararlı” ibadetlerimizi arttırmada bizlere yardımcı olsun.."

Pazar, Eylül 16, 2007

İÇSELLİK-DIŞSALLIK

“Bir ben var benden içre” denmiş. Ne denmek istenmiş? Bu derin anlam içeren cümleyi incelemeye “ben” kelimesi ile başlayalım…

“Ben” demekle neyi kasdediyoruz? Kendi “zat”ımızı mı? Peki nedir bu “zat”? Neleri içeriyor?... Hani, “bu işi bizatihi ben yaptım” deriz. Buradaki “bizatihi” nedir? Yani o işi “salt” kendimizin yaptığını, bizden başkasının olmadığını, yapanın sadece ve sadece kendimiz olduğundan bahsediriz. Peki, o zaman bu bizim “zat”ımız neyi kapsamakta?
Kişiliğimizi yani bizi biz yapan, yani “ben”i “ben” yapanı… Bu da bazı sıfatlarla olmaktadır. Peki bu sıfatları kim belirliyor?!? Bu sıfatları dışardan bakan gözler mi yoksa biz yani ben mi belirliyor? İçsel bir anlaşma mı yoksa dışsal toplumsal bir antlaşma???...

Gelin fantastik gelebilecek bir yolculuğa çıkalım… İnsanlığın hizmetine sunulan nanoteknolojiden de yararlanalım. Yani mikro olarak ya da bir atom boyutu kadar küçülüp, bir kapsüle konup, bir vücuda enjekte edilelim… Bu fantastik seyahat daha önceki “DNA” yazımda da belirttiğim gibi birebir bir filmin (Innerspace, 1987) konusu olmuştur.

Bir vücudun içinde seyahatimiz başladı…. Etrafımıza baktığımızda neler görürüz? Kan damarları, hücre grupları, hücre gruplarının bulunduğu mekanlar (organlar) sonra bir mekandan başka fonkisyonu olan diğer mekanlara akış… Burada duralım ve bir soru soralım kendimize? Şimdi bu görüntülediğimiz, seyrettiğimiz oluşumlar nerede? Dışımızda mı? Yoksa içimizde mi? Biz nerdeyiz? Bir vücudun içinde mi? O vücud nerede acaba? O da nano olarak bakıldığında macro bir vücutta mı? Aslında burada sorulan sorunun cevabı hep dışarda!! gibi gözükmekte. Devamlı merkez aldığımız bir noktadan dışarı doğru açılma eğilimi ile baktığımızda, tabii ki beynimizden bize “dışarı” onaylaması yansıyacak.
Meselâ, bir hücrenin dillendiğini hayâl edelim!! Ona soralım; “sen neredesin” diye? Hücre herhalde önce “nerede” kelimesine takılır ve bize garip garip bakar? Çünkü, onun için mekan kavramı yoktur. O sadece kendindeki kodlu bilgiyi işlemektedir. Yani kendisindeki bilgiler dolayısıyla vücuttaki görevini yerine getirmektedir ve kendinde herhangi bir mekân kavramı olmadan bu işleme devam eder. Dolayısıyla da hücre için “dışsallık” diye bir kavram mevcud değildir. Hatta o, hücre grupları ile oluşmuş bir organı bile algılamamaktadır. Algıladığı anda ve bir organın parçası olduğunu kabul ettiği anda, kendini “dışarda” bulacaktır!! Aslında onu dışarı atan yoktur. O, kendi kendine “dışarı oyunu”nu oynar.

Mikro hücreden makro hücreye yani bize döndüğümüzde de aynı durum geçerli. Dışımızda bir kişiye baktığımızda onu bizim dışımızda algılıyoruz ve o kişiyi kendimizdeki bilgiler kapsamında değerlendiriyoruz ve hatta karşımızdakini kendimizde buluyoruz. Bu buluşu da içsel bir durum olarak kabul ediyoruz. Halbuki bu buluş dahi bir dışşallıktır!!! Karşımızdaki kişi, ne bizim dışımızda ne de içimizde!! Bir düşünün bir hücre, bir hücreye bakıp: “Sen bensin ben de sen” ya da “aslında ben sende kendimi buldum” der mi?!?...

Belki de yaşantımız içinde!! (burada “içinde” diyorum ama içinde demek dışında bir yaşantımızın olduğunu kabul etmek değil aslında) kendimizi bir hücre gibi hissetmek ve tıpkı o hücrenin sorgulamadan kendisindekini açığa çıkararak yaşaması gibi, biz de yaşantımızdaki tüm oluşumları sorgulamadan, kendimizdeki potansiyeli ortaya çıkararak yaşamalı ve dışımızda bir dünya yanılsamasına kapılmadan, dışsallığı bir tarafa bırakıp aslında “içsel” kelimesinin bile hükmünü yitirdiği bir noktada seyrimize devam etmeliyiz.

Cuma, Eylül 14, 2007


İSİMLER VE VÜCUD

Gelin bugün sizlerle tasavvufta adı geçen bazı isimlerin (esma) vücudumuzda nasıl anlam kazandığına ya da bu isimlerin anlamlarının vücudumuza nasıl anlamlar yüklediğine bir bakalım…

Bir insan vücudunu ele alalım. Ele aldığımız anda düşünce başladı. Bilgi akmaya başladı. Yani bir an ve noktanın açılımı başladı. Bu vücud sonsuz boyutta olsun… Ne başı ne sonu olsun… O zaman boyut kelimesi de hükmünü yitiriyor. (Ezel, Ebed).

Bu vücuttaki bir hücreyi ele alalım… Bu hücreyi düşündüğümüzde ona bir hayat vermiş olduk (Hayy)şimdi burada hayâl etmeye yani oluşturmaya (Musavvir) başlıyoruz. O hücreye ait tüm bilgi yani data hücrede mevcuttur. Bu her hücredeki bilgi ona bir hayat verir, bir canlılık (Muhyi) Tıpkı sonsuz vücuttaki diğer hücrelerde olduğu gibi. Aynı bilgi tüm hücrelerde…

Her hücrenin fonksiyonu ve bu fonksiyonu ortaya çıkarma süresi bellidir daha sonra ölecek ve yerine başka hücreler oluşucaktır(Mumit ve Bâis). Ama bunların hiç birinin birbirinden farkı yoktur. Bu her hücrenin ortaya koyduğu fonkisyon isimlendirildiğinde bir vasıf, özellik ortaya çıkmaktadır.(Rahman).

Hücreler çoğalma özelliğine de sahiptirler bu sonsuz vücud içerisinde (Rahiym) ve bu oluşum her an devam etmektedir. Bu hücreler fonksiyonları gereği isim alırlar ve bu isimlerin özelliği de tek olan vücudu işaret eder(Vahid).

Her hücrenin ve toplu olarak hücre grubunun kendine özel bir görevi vardır ve benzeri olmayan şeklide fonksiyonlarını ortaya koyarlar.(Bedîi)

Her hücrenin kendine göre bir fonksiyonu olması (Fâtır) yani bir fıtratı dolayısıyladır ve farklı farklı fonsiyonlar ile farklı organlar oluşur.(Bâri)

Aslında hepsinin özü aynıdır,aynı DNA.. aynı data… Hücreler kendi işlevlerini yerine getirmektedir ve diğer organları algılamamaktadır. Organlar çoğul gözükmekle birlikte aslında Tek bir vücuda aittirler ve bu sonsuz vücud, tek bir datadır. Her organın kendisindeki bilgiyi ortaya çıkararak farklı bir fonksiyon özelliği göstermesi kendisindeki datanın açığa çıkması kadardır. Ancak bir organ başka bir datadan varlığını almıyordur. Her ne kadar farklı bir açılımı ya da fonksiyonu olsa da ve hiçbir organ diğer organı algılamaz, ancak hepsi birbirine bağlı olarak o sonsuz vücutta görevlerini sürdürürler… Bu bir oluşumdur yani iradedir.(Mürîd)

Çarşamba, Eylül 12, 2007


HOLOGRAM

Rüyâlarımızda gördüklerimiz, hafızamızda kayıtlı olan tüm bilgiler ve hattâ izlediğimiz filmler aslında yaşanılan hayatların birebir yansımaları yani hologramları değil midir?

Aslının “aynı” görüntüsünü veren,TÜM özellikleri aynen yansıtan, 3 boyutlu olmadığı halde var gözüken yani hayâl olan hologram, suda ya da aynadaki aksinizde ortaya çıkıverir... 3 boyutlu kendi yansımamızı seyrederken, kendimizi bir “bütün” olarak görmez miyiz?...
Şimdi, gelin hologram ile ilgili yapılan açıklamalardan bir tanesini okuyalım:

Hologram 2 boyutlu bir objedir ancak doğru yansıtma durumunda tam bir 3 boyutlu imaj yani görüntü üretir. 3 boyutlu objeyi tanımlamadaki tüm bilgiler, 2 boyutlu hologramın hakikâtinde, özünde kodludur yani bulunmaktadır. Keza, yeni fizik teorilerine göre de Tüm evren bir çeşit hologram olabilir.”(Scientific American, Kasım 05, 2005)

Yukarıdaki hologram tanımı bize neyi anlatmakta?
Eğer 3 boyutlu hologram objenin tüm bilgileri iki boyutlu hologramda mevcutsa, iki boyutlu hologramın bilgileri TEK’de (burada boyut kelimesi otomatikman düşmektedir) yani 0 (sıfır) noktasında yani NOKTA’da mevcuttur. Yani bize göre hangi boyuttan bakarsak bakalım Tüm bilgiler holografik olarak TEK NOKTA'da toplanmıştır. Bir TEK yansıtıcı, projektör olması NOKTA’sından bakarsak, O’ndan yansımalar bizdeki kodlanmış(encoded) bilgiye “göre” çözüme ulaşacak ve bizim kısıtlı algılama araçlarımız (5 duyu) yüzünden çoklu holografik görüntüler,imajlar olarak beynimizde yerlerini alacaktır.

Buradaki holografik görüntünün tek ilginç gelen yanı tabii ki 3 boyutlu olmasından kaynaklanmıyor. Herhangi bir imajı holografik bir film gibi kaydedip sonra da bu filmi parçalara ayırdığımızda (kaç parçaya ayırırsak ayıralım), o imaj aslının tüm özellikleri ile görüntü vermeye devam edecektir. Bundan da anlayabileceğimiz gibi, holografik bir film parçası BÜTÜN üzerinde kaydedilmiş tüm özelliklere sahip gözükmektedir.

Bu şekilde günümüz teknolojisinde “hologram” pek çok alanda yerini almıştır. Hologram, datanın depolanması için en uygun tekniktir. İki kesişen lazer diski, milyonlarca bilgiyi bir diskte depolayabilir. Bu iki keşişen ışın holografik datayı kaydeder ve daha sonra da kullanır. http://www.sciencedaily.com/videos/2006-08-10/

Holografik olarak datanın kaydedilmesi, başta film endüstrisi olmak üzere pek çok alanda gerçekleşmektedir; Meselâ, binlerce film çok küçük bir hologram diskine kaydedilmek suretiyle tek bir disk üzerinden seyredilebilmektedir. Bilgisayar dünyasında ise, holografik kayıt teknikleri ile hologram disklere (hologram tabakalara) kaydedilen data, isletim sisteminin kapasitesi ölçüsünde mevcut datayı desifre edip okuyabilmektedir.Tıpkı bir bilgisayar gibi beynimizde TÜM bilgi-DATA- holografik olarak kayıtlı olmasına rağmen, işletim sistemimiz kapasitesi kadar yani bizden ortaya çıkan özellikler kadarıyla o bilgiyi okuyup, deşifre etmektedir. Bu deşifre olunan bilgiler de 3 boyutlu holografik imajlar olarak, mekânsızlığı mekân, zamansızlığı zaman, yerçekimsizliği yerçekimi halinde bir illüzyona dökmektedir.

Eğer, hologramın TEK bir BÜTÜN’ün TÜM özelliklerinin her bir noktasında orijinalini yansıtması olduğunu aklımızdan çıkartmazsak, bence bu bizi başka bir noktaya yöneltebilir:

Kuantum fizikçilerinin sorguladığı evrenin hakikâti ve dolayısıyla bizim hakikâtimiz noktasına… Kuantum teorileri, objelerin belirli bir pozisyonu ve hızının olmadığı ve onun yerine olasılık dalgalarının olduğundan bahsetmektedirler. Yani kuantum noktasından bakıldığında herşey sabit bir akışı olan sanal parçalardan ibârettir ve bu sanal parçaların bir mekânı olmadığı için de algılayana göre her an var olup ve yok olmaktadır.

Ancak, 5 duyu algılama araçları ile koşullanmış ve sınırlanmış olan bizler, tabii ki beynimizdeki eşsiz ve sınırsız kapasiteden bihaber, sınırlı bir alanı "Tüm" kabul edip, o çerçevede algıladığımız ve bize göre gerçek, hakikâtte sanal olanı deşifre etmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken de TEK’in bizde yansımasının bizim dışımızda yani beynimizin dışında 3 boyutlu holografik imajlar şeklinde olduğunu düşünüyoruz!!!. Hakikâtte ise, tek DATA ve o DATA’nın kendisinden kendisine seyrettiği bir TEK FİLM vardır ve hattâ bu DATA gibi sayısız DATA’lar, sayısız filmlerle her bir karede her an kendini yansıtmasıdır.