Pazar, Eylül 30, 2007


SORGULAMA

Bir bilgeye sormuşlar:
“Efendim, dünyada en çok kimi seversiniz?
“Terzimi severim,”diye cevap vermiş.
Soruyu soranlar şaşırmışlar:
“Aman efendim, dünyada sevecek o kadar çok kimse varken terzi de kim oluyor?
O da nereden çıktı? Neden terzi?”
Bilge, bu soruya da şöyle cevap vermiş:
“Dostlarım, evet ben terzimi severim. Çünkü, ona her gittiğimde, benim ölçümü yeniden alır. Ama ötekiler öyle değildir. Bir kez benim hakkımda karar verirler, ölünceye kadar da, beni hep aynı gözle görürler.”

Yukarıdaki durumda da bahsedildiği üzere kişi herhangi bir konu hakkında fikir sahibi olduğunu düşündüğü zaman, o noktada bırakır “sorgulamayı”!!.. Karar verilmiştir ve beyinde o konudaki çalışma belki geçici bir süre ama büyük bir ihtimalle tamamen devre dışı bırakılmıştır. Artık beyindeki o bilgiye ait kısım, kapısı açılmayacak bir odadır…

Biz, aslında sorgulamayı belki de çok küçük yaşlarda bıraktık farkında değiliz. Küçük yaşlarda sorgulamaya başlayan çocuğa, sorguladığı kavramlar yakın çevresi tarafından, sorguladığı herşeyin kendi dışında olduğu düşündürülerek, şartlandırılarak anlatılmaktıdır. Bu yakın çevrenin de aynı şekilde edindiği bilgiden kaynaklanmaktadır. Böylece bir nesil diğer nesile göreceli ve şartlanmalar ışığı altında bilgi aktarımı yapar durur. Sanki “sorgulama geni” diye bir şey var ise o, aktarılamaz olmuştur… Ta ki bir düşünen beyin çıkıp da edinilen bilginin sorgulamasını yapana kadar da bu durum devam eder gider…

“Sorgulama” düşünüldüğü kadar kolay bir beyin işlevi değildir. Kişide gerekli düşünce becerisi ortaya konmadan sorgulama yapması çok zordur. Hele hele dışa dönük, yani dışarıya göre yaşayan bir toplumda doğmuş ve yaşayamaktaysak bu daha da zorlaşacaktır. Çünkü, dışa dönük toplumlar (burada dışa dönük derken popüler anlamında değil, dışarı merkezli demek istiyorum) sorgulamaz. Dışında varlık algılayan, dışındakiyle ilgilenen bir toplum içinde yaşayan kişi de, kolay kolay dışındakileri bırakıp da özüne yönelmeye, hakikâtini sorgulamaya ve ulaşmaya çalışmaz, çalışamaz…

Bu dışarı odaklı toplumlarda yazıldığı üzere “sorgulaMA!!” yani olumsuz bir anlam olarak ortaya çıkmıştır. Hattâ sorgulayanlar toplumda kabul görmeyen, rahatsızlık verenlerdir. Çünkü, sorgulanan herşey, sorgulayıcı tarafından tatmin olunana kadar devam eder. Yani işin hakikâti öğrenilene kadar. Bu aşamada, çoğunluk hiç düşünmedikleri, hattâ düşenemediklerinin sorgulanmasından doğal olarak rahatsız olurlar. Aslında bu sorgulama, onların da özünde mevcut olan bir bilişsel özelliktir. Ama hatırlatılması hoşlarına gitmez. Çünkü, onlar sorgulamayıp ve onun neticesi ortaya çıkacakları bilmeden yaşamanın daha kolay ve huzurlu bir yaşam olduğunu, “sorgulama”nın da iç huzuru bozduğunu düşünerek, hakikâtlerinden uzaklaşırlar. Bu tarz yaşamı seçenlerin bilinç boyutu, tasavvufta “nefs-i emmare” diye anlatılır.Yani, madde dünyası içinde sınırlanan ve beden arzu ve istekleri için yaşayan ve hakikâtlerini sorgulamaktan uzak beyinler, “sorgulama” ile özlerine doğru yapacakları yolculuğu reddederek, hakikî, mutlak huzuru kaçırırılar.

“Sorgulama” becerisi yani mekanizması hepimizde mevcuttur. Zaten sorgulama, derinine düşünme olmasaydı, kişi kendi özüne ve hakikâtine nasıl ulaşabilirdi ki?!... “Beceri” dediğimiz özellik de bu bilişsel mekanizmayı çalıştırmak, yani ortaya çıkarmaktır. Bu çalıştırma yollarını kullananlar da, tıpkı bir bilgisayar programı olan “google” arama motoru gibi, beyindeki o arama motorunu (sorgulama,düşünme mekanizması) kullanarak kaynağa ulaşma imkânı bulabilmektedirler.Bu sorgulama kullanma kılavuzu herkesin elindedir. Yeter ki kullanmasını bilelim...

Bir şeyi sorgulamak için ilk gerekli adım, “düşünmeye” başlamaktır. Düşünme işlemi bilişsel bir işlem yani “bilinçli” yapılan bir durumdur. Düşünme olmadan sorgulama olamaz. Düşünme işleminde konuya odaklanma vardır. Meselâ, size “hangi rengi seversiniz?” diye sorulduğunda hemen cevap verebilirsiniz… Peki o rengi neden sevdiğiniz sorulduğunda? Hemen cevap verebiliyor musunuz?... İster hemen cevap verin, isterseniz biraz düşünün… aslında hep düşünme işlemi üzerindedir beyin… Tabii, burada önemli olan verdiğiniz cevabın hızından çok buna bir cevap verip, verememeniz…Yani bunu bilinçli olarak düşünebiliyor musunuz, yoksa “aman canım bu ne biçim soru, ne bileyim ben, ya da bilmem seviyorum işte…” gibi mi cevapları mı tercih edersiniz?

O zaman, farkına varabiliyoruz ki, hayattaki belki de en basit hatta saçma diye adlandırdığımız sorular aslında bizler için önemlidir. Çünkü, düşünmemize, sorgulamamıza yardımcı olurlar. Düşünmeye başladığımız anda da, beyin o kelime ya da o konu hakkında ne kadar veri varsa tıpkı google arama motoruna yazdığınız bir konu gibi, bioelektrik sinyaller ile sizde mevcut bulunan tüm bilgileri tarar ve size cevapları yollar… Siz de, bilgi birikiminize (veri tabanı) göre bu TÜM bilgiyi kendinize göre değerlendirirsiniz ya da değerlendirmezsiniz. O da sizin kapasiteniz kadarı ile mümkündür.

Burada dikkat çekici olan bir başka nokta da “bilgi”dir. Yani düşünmenin başlangıç noktası olan “bilgi”. Aslında belki de sorgulamanın basit açıklaması da “bilgi”ye dayalı olmasıdır. Yani sorgulama, sizdeki bilgi birikimine göre anlamlandırdığınız dünyanızdan tatmin olmayıp, sonsuz anlamlar içeren salt bilgi kaynağına (DATA) ulaşma çabasıdır. Sorgulama, bir bakıma da sınırlı kaldığımız dünyamızdan sonsuz anlamlar içeren hakikâte yolculuktur. Bu, Kurân-ı Kerîm Kıyamet Suresi 2’de de şöyle ifade edilmiş:

“Ve la uksimu BinNefsiLevvameh.
Ve (Bi-) nefs-i Levvameye (sonsuz –sınısızlığa, evrenseliğe, hakikâte yönelmek ve kendini tanımak için ilk başlangıç bilinç hali; kendini levm eden sorgulayan nefs’e) kasem (yemin) ederim.”

Sorgulamak dolayısıyla düşünmek konusunda Kurân-ı Kerîmde pek çok ayet vardır ve hepsi de “düşünmeye, idrâk etmeye, anlamaya” yöneltmektedir bilinçleri…

Düşünüp, sorgulamak ve bunun neticesinde ulaşılan bilgiyi sentez yapmak ve idrâk etmek beyinde bilincimizde yepyeni açılımlara yani manalara açılmamıza, ulaşmamıza vesile olan çok etkili bilişsel bir faaliyet olduğuna göre, acaba sonsuz manalar okyanusunda Esmâ-ül Hüsnâ diye adlandırdığımız isimlerin işaret ettiği manalardan hangileri bilincimizde daha aktif hale gelmektedir?

Gelin, şimdi bazı isimleri ve manaları, “sorgulama” sürecini başlattığımızda, bilincimizde nasıl anlamlarla ortaya çıktıklarına bir göz atalım:

Sorgulama edinilmiş bilginin düşünülmeden kabul edilmeyişine işarettir, yani bir nokta koymamaktır. Kişi düşünerek, araştırarak hakikâtine ulaşmaya çalışır. Hakikâtine dair ulaştığı her nokta onda bir idrâk oluşturur. İşte bilinçli olarak idrâk etmek ve kabul etmek “sorgulama”dan geçer. Mümin (Gaybın sonsuz sırlarına açık idrâkı oluşturan)

Sonsuz manaların düşünce dünyamızda anlam kazanılır olması, bir şeklide şekillenmesi için bizde açığa çıkmış her bilginin sorgulanıp üzerinde düşünülmesi, tasavvur edilmesi gerekmektedir. Tabii bu düşünülüp,sorgulanılan bilgi ve bizde oluşmuş manâsı ile sonsuz manâlar karşısında asla kayıtlıyamayız kendimizi. Musavvir (manaları şeklillendiren)

Her derinine düşünme ve dolayısıyla sorgulama bilinçteki anlamların, daha farklı boyutlarda manalar olarak ortaya çıkmasına da vesiledir. Yani tetikleme (trigger) görevi yapar. Siz bir şeyi sorgularken ve düşünürken o düşündüğünüzden başka noktalara, anlamlara da geçişler olacaktır. Bir anlam sizde başka bir manayı besleyip, geliştirecektir. Rezzak (Sonsuz manaları besleyen)

Sorgulama, derinine düşünme ile gerçekleştirdiğimiz bu beyin çalışması sayesinde beynimizin kısıtlı kullanım kapasitesi artacaktır. Bu sorgulama ve düşünme neticesinde, öğrendiğimiz ve algıladığımız hakikâte ait her yeni bilgi, bizdeki bir kısım değer yargısı ve şartlanmaları da ortadan kaldıracaktır. Fettah (sürekli aşama kapılarını açan tüm kapanıklıkları geçirten) Kısıtlı manâ dünyamız sınırsız manâlara doğru genişleyen bir şekilde açılmaya başlayacaktır. Basît (açan yayan genişlik veren)

Sorgulama, analiz ve sentezi de içinde barındırır. Sorguladıkça, ulaşılan bilgi ile içinde bulunduğumuz ortam ve getirdikleri, yani sistem daha farklı değerlendirilebilinir. Bir başka değişle sorgulama ile ulaştığımız her bilginin sahip olduğu manâların hakikâti (yani edinilmiş bilgi-knowledge- ötesini görme) anlaşılıp, algılanıp, değerlendirme imkânı bulabiliriz. Semî (yarattıklarının her halini algılayan) ve Basîr (yarattıklarının her halini değerlendiren)

Sorgulamak, derinine araştırmayı gerektirir. Araştırdıkça sorgularsın ve düşünürsün. Bu süreç içerisinde ulaşılan bilgi ve içerdiği anlamlar, bize “göre” pek çok farklı boyutlarda, yine bize “göre” farklı kompozisyonlar şeklinde karşımıza da çıkarlar. Ancak Kaynağa doğru ilerledikçe, farkederiz ki,TEK ve SALT bilgi yani hakikât bilgisi bize “göre” boyutsal anlamları olan ama aslında TEK KARE RESİM’dir. Alîm (manaların oluşturduğu tüm kompozisyonların her halini bilen)

Sorgulama ve derinine düşünme ile beynimizde açığa çıkan bir bilişsel enerji akışı mevcuttur.Bu bioelektrik enerji akışının oluşması ve diğer hücre gruplarına geçiş yapaması bir düşüncenin belki de sorgulanarak cevap olarak anlamlanması ile daha da etkili olacak ve diğer hücre gruplarına bu enerji akışı sağlanacak ve diğer hücre gruplarının aktive olması neticesinde de hangi konu üzerinde derinine düşünülüp, sorgulanılmışsa o yönde bambaşka bir idrâk oluşacabilecektir. Nûr (açığa çıkartan idrâk ettiren, kendisiyle irşad olunan)

Sorgulamamak ve bize ulaşan bilgileri düşünmeden kabul etmek ya da reddetmek bizi hiç şüphesiz ki gerçeğe yönelmekten alıkoyacaktır. Bunun tersi yani sorgulayıp, derinine düşünmek ise, bize hakikâti anlamada yardımcı olacak anahtarlardan sadece bir tanesidir. Hâdi (Gerçeğe yönlendiren, gerçeği görmeyi sağlayan)

Sürekli sorgulamak ve derinine düşünmek, bizi bir önceki halimizden daha ileri bir noktaya getirebilecek ve eğer yaratılış programımızda da yazılmış ise bizi hedefe götürmeye yardımcı olacaktır. Reşîd (varlıkları var ediş gayesine göre hedefine ulaştıran, olgunlaştıran)
Sorgulama yaptığımızda hakikâti anlamaya, idrâka doğru bir yönelim vardır. Eğer sorgulamamız özümüze yönelik samimi ve devam eden bir sorgulama ise mutlaka bir cevaba ulaşacağızdır. Mucîb (Tüm yönelenlerin dileklerine cevap veren)

Son olarak, “Allah’a ermek isteyen beyin sorgular” demiş, Üstad Ahmed Hulûsi. O’nun bu sözünden yola çıkarak, sonsuz manâlar içerisinde 99 ismin manâlarının da içerisindeki bazı isimleri ve işaret ettikleri manâları “sorgulama ve derinine düşünme” çerçevesinde düşünüp, bu noktada anlamlandırdıklarımı paylaşmak istedim. Bu yazıyı okuyan sizler de sorgulayıp, düşündüğünüz anlam dünyanızı “yorumlar” kısmında paylaşırsanız, sorgulama ve derinine düşünme sürecini noktalamayıp (.), virgül (,) ile devam etmiş oluruz.

Pazartesi, Eylül 24, 2007


KARA MADDE (DARK MATTER)

Yakamozlu bir gecede denize hiç girdiniz mi? Karanlık suda elinizi her atışınızda etrafa parlak simler saçarak yüzmenin keyfini hiç tattınız mı? Tüm vücudunuzu saran karanlığın içinde “yok” gözüken ama sizin bir el hareketinizle bir anda beliren ışıl ışıl simler… İşte “yakamoz” ve onu keşfetmenin keyfi… Peki, nedir bu sim gibi, florasan ışığı gibi parlayan ve “yakamoz” adını alan karanlıkta “giz”li; ama bir el hareketi ile açığa çıkan?

Yaygın olarak bilinen yanlış bilginin (Ay ışığının suya, denize vuran yansıması) aksine, “yakamoz” bir biçimde ateş böceğinin denizde yaşayan versiyonu şeklindeki bir canlıdır. “Luminisens” maddesini vücudunda barındıran bu canlıya, dokunulduğunda bir ışık saçar (phosphorescence in the sea). Bu canlı bir planktondur, milimetrik boyutlarda bir canlıdır. İşte bu milimetrik canlı kendisinde bulunan bir madde sayesinde karanlıkta “yok”!! gözükmekle birlikte aslında “var” ve hattâ bu ışık saçma özelliğini de sadece ve sadece karanlığa borçludurlar.

Biraz daha geniş (makro) anlamda baktığımızda, bizim evrenimizdeki karanlık!! maddeler (dark matter) ve karanlık!!enerjilerin varlığı neden bizi çok şaşırtmakta???Belki de karanlık sudaki seyrimizi yeryüzüde yapabildiğimiz ve gökyüzüne dokunamadığımız içindir!!!.... Gelin şimdi çıplak elle dokunamadığımız ama bilincimizin ulaşabileceği bir seyahate çıkıp kara madde ile tanışalım…

Kara madde (Dark matter), evrenin bilinmeyen yönü yani karanlıkta kalan tarafı diye adlandırılmakta, ama aslında varolup, bizler tarafından algılanamayan taraf olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimadamlarına göre, bildiğimiz bu evren, %70’i kara enerji (dark energy) ve %25’i kara madde (dark matter) ve %5’i adlandırabildiğimiz maddelerden oluşmaktadır. Kara madde, evrendeki tüm boş!!luğu kaplayan, gözle görülmeyen ve atomlar arasından geçecek kadar inanılmaz küçüklükteki zerreciklere sahip olan bir toz bulutu olduğu tahmin edilirken, hem ışığı vurgulayan, hem de nerede olduğunu bilinememekten dolayı gizemli bir hâl almıştır.

O zaman, elle dokunamadığımız, gözümüzün algılayamadığı frekansları yok saymak ne kadar gerçekçi? Şimdi biz yakomozu, dokunmadan ışık saçmadığı için “yok” mu saymamız lâzım?!,ya da bildiğimiz maddeler dışında bilmediğimiz, henüz algılayamadığımız tüm evreni belki de bir zar??? gibi kaplayan maddeyi sırf algılayamamaktan dolayı önce “yok” sayıp sonra da sanki “yok”u sembolize etsin diye de “kara” adını verip, “gizemli” etiketiyle bir tarafa mı bırakacağız??
Bakın Üstad Ahmed Hulûsi, konuyu daha da ileriye götürerek sadece “kara” olmasını değil, “madde” diye adlandırılmasını nasıl bir dille sorgulamış:

Beş duyu ile önünü görmeye çalışan insanlık, sanki, yerden göğe uzanan metrelerce uzunlukta bir çelik duvarın önünde durmakta; jilet kalınlığı kadar bir alandan, duvarın arkasını görmeye çalışmaktadır!.
Bilimin algı kaynağı gözün görme sınırları, santimetrenin on binde dördü ile yedisi arasıdır. Santimetrenin üssü -35’lerden başlayan dalga boylarından kilometrelerce uzunluktaki dalga okyanusu içinde gözden beyne giden dalga boyları okyanustan bir zerre bile değildir.

İnsanlığın evrenden algıladıklarının tamamı yüzde 4’tür günümüz bilimine göre… Geri kalan yüzde 96 bize karanlıktır. Hesaplamalara göre bunun yüzde 60 küsuru dark (karanlık) enerji ve 30 küsuru da dark (karanlık) madde… Uyarayım; burada kullanılan “madde” kelimesini, beş duyu ile algıladığınız “madde” ile karıştırmayın… İsim benzerliği olaydaki… Gerçekte, sizin algıladığınızı sandığınız gibi bir “madde”, hiçbir zaman varolmadı!
Evet, tüm bilimsel tespitler, bu göz kökenli algılanan verilere göredir…”
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/kuranveyenicag.htm

Bilim “kara madde”nin varlığından bahsederken, yukarıda okuduğumuz üzere algıladığımız şekilde bir maddenin “kara madde" olarak adlandırılan yapıyı anlatmadığını duymakla düşünce sınırlarımız zorlanmaktadır. Sınırsız, şartlanmasız düşünme becerisine sahip olamadan da bu gibi bilgileri anlayabilmek oldukça zor gözükmektedir. Biz şimdilik makro incelemeyi bir tarafa bırakıp, mikro bir incelemeye dönelim. Yani bir başka deyişle, makro evrenden mikro evrene yani beyine dönelim ve biraz da bizdeki “kara madde” ne olabilir? Bunu inceleyelim…

Size bir kağıt alın ve kendinizi tanımlayın desem, ne kadar özelliklerinizin farkında olarak kendinizi tanımlayabilirsiniz? Ya da sizin dışınızda bir kişi ne kadarını tanımlayabilir? Hattâ bu iki sorudan daha da varyasyonlu sorular oluşabilir; sizin bildiğiniz ama başkalarının bilmedikleri özellikleriniz, ya da sizin bilmediğiniz ve diğerlerinin bildikleri özellikleriniz… Bu dörtlü varyasyon, insan ilişkilerinde kendimizi ve diğerlerini tanımaya yardım olması açısından kullanılan “Johari Penceresi Tekniği” diye bilinen bir tekniğin de adıdır.

Şimdi soruların ortak noktasına bakalım; Bilmek, tanımlamak ya da bilmemek, tanımlayamamak… Bildiklerimizi şimdilik bir tarafa bırakırsak, bilmediklerimizi “Johari Penceresi Tekniği”, “Karanlık Bölge (Kişinin ilişkiye yansımayan, durum ve şartlara göre ortaya çıkardığı özellikleri)” ve “Yarıkaranlık Bölge (Sadece kişinin kendisinin bildiği ve başkalarının bilmediği)” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu arada dikkat çekici olan makrodaki yani evrendeki karanlık maddeyi sorgularken, kendimizin “karanlık” özelliklerine ulaşmış olmamız…

Evrende keşfedilmeyi bekleyen binlerce durum mevcutken kendimizi keşfetmenin ve “kara” olarak bilinmeyeni keşfedip ve bilinmeyeni "kara" olarak nitelendirmemenin zamanı geldi de geçiyor. Öncellikle, “kara,karanlık” gibi kelimelerin bizde oluşturduğu anlamın değişmesi yönünde çalışmamız lazım. Çünkü, her bilinmeyene takılan bu “kara, karanlık” sıfatı bizi daha çok bilinmeyene doğru sürüklemektedir. Eğer, amacımız kendimizi tanımak, sınırsızlığa doğru yolculuksa, o zaman ilk önce günlük hayatta bizi bilinmeze doğru sürüklemesi muhtemel kavramları beynimize verdiğimiz yeni bakış açısı komutlarıyla değiştirmeliyiz ve çok daha farklı bakış açıları oluşturarak, anlam dünyamızı geliştirmeliyiz. Yoksa bakın aşağıdaki gibi komik durumlara düşmek kaçınılmaz olur!!:

“İki kör” oturmuşlar sofraya; artık “üzüm” mü, “dolma” mı, yoksa “köfte” mi yerlerken, biri diğerine; “Utanmıyor musun ikişer ikişer yemeye?” demiş...
Diğeri, “Allah’tan kork be adam” demiş; “Sen kör ben kör!.. Nereden çıkardın ikişer ikişer yediğimi?
Cevap vermiş birincisi:“Ben, hep ikişer ikişer yiyorum da!”

Dolayısıyla, bakış açısının değişmesi için, içinde bulunduğumuz önyargı, şartlanmaların ve değer yargıların sınırlamasından kendimizi kurtarmamız gerekmektedir. Çünkü her şartlanma ve değer yargısı bizi sınırsız bakıştan alıkoymakta ve hattâ sizi gözünüzün önündekini bile “gör”mekten uzaklaştırmaktadır. Eğer şartlanma ve değer yargılarımızdan kendimizi biraz olsun sıyırırsak, aslında bizim için “karanlık” diye adlandırılan, sonsuz özellikleri de keşfetmeye başlayacağız. Sonra da göreceğiz ki, evrendeki %5 bilindik madde olduğu gibi, biz de sadece %5 bilindik (algılanabilir) özelliklerden mevcud değil, sonsuz özelliklerle mevcuduz. Üstad Ahmed Hulûsi de, “Kurân-ı Neden Anlamıyoruz” adlı yazısında bu özellikler hakkında çok net şu açıklamayı yapmıştır:

“…Esmâ mertebesi” olarak tanımlanan ve “Allah’ın isimlerinin işaret ettiği özellikler olarak belirtilenler, insana hitap etmesi itibariyle, insan algılama boyutuna hitap eden isimlerdir.!
İnsan ötesi, “nokta” içi projeksiyonda yer alan karanlık (mahiyeti netleşmemiş) enerji, “karanlık madde” (dark matter) olarak varlığını düşündüğümüz ama algılayamadığımız yüzde doksan altılık bölümdeki sayısız varlığı oluşturan nîce sayısız isimlerin işaret ettiği özellikler vardır ki, insan türü bu Allah isimlerini bilmez!...”
http://ahmedhulusi.org/yazi/kuranianlamiyoruz.htm

Sonuçta, kâh “yakamoz”, kâh “kara madde”, kâh da “alt bilinç” olmuş… Algılayanın sınırlı bakışına göre kolay kolay algılanamayan, ama hep aşikâr, hep “var”!..

Son olarak, belki şunu hatırlamak lâzım:“Kör”lük beyinde görme bölgesine ulaşan frekansların çözümlenememesinden doğan bir durumdur. Ancak “algılayamamak” bambaşka bir durum. Meselâ, seyredenler hatırlayacakladır… “Matrix” filminde Neo yeşil akan kodlardan tüm sanal alemi görebiliyor, çözebiliyordu ve “Matrix 3”de de gözleri kör olsa da ana bilgisayara doğru ilerlerken etrafındaki herşeyi algılayabiliyor yani gerçek manâda görebiliyordu.

Bu sonsuz özellikleri ile sonsuz sayıda frekans okyanusunu Neo gibi acaba kaçımız, ne kadarını değerlendirip görebiliyoruz?

Neo kendindeki sınırsız özellikleri keşfettiği anda görmenin ötesine geçti ve sistemi algılaması bambaşka oldu.Dolayısıyla, biz de kendimizi keşfetttikçe yani kendimizdeki sonsuz özelliklerin farkına vardıkça asıl “körlük” o zaman kalkacak ve “basit” anlamda görmek değil, “BASÎR” ismi ile işaret edilen yaşanır hale gelecek, yani gerçek anlamda maddenin ötesindeki hakikât algılanıp, değerlendirilecek ve tüm “karanlık” ve “kara” diye bahsedilen hükmünü yitirecektir.

Salı, Eylül 18, 2007


BİR DOST'UN SOHBETİNDEN...


Bugün burada bir dost ile yaptığım sohbeti Sizlerle paylaşmak istiyorum ve aşağıdaki metin orijinal olarak O'nun kaleminden yansıyanlardır...:


"NAMAZIN KAZASI OLMAZ!..

Sanki bu cümle, suça karşı verilen iyi olmayan bir ceza imiş gibi algılanılıyor.
Yani sen bunu yapmadın, artık bir daha da yapamazsın...
Bir sonlandırma,bir moralsizlik, bir yıkım gibi algılanılıyor..

Medine’ye gidiyorsunuz, adam elinde bir kağıda hesaplamış, 15-16 yaşından beri namaz kılmadığı kaç gün geçirmiş, onları 5’le çarpmış ve sayısını bulmuş...
O sayıyı belli sikluslarla rekatlara bölmüş ve her fırsatta bunu tamamlamak için azimli bir şekilde namaz kılıyor...

OYSA, DİN olan İSLÂM’da, SÜNNETULLAH gereği geçmişin TELÂFİSİ yoktur, realitesinden perdelenmiş...

Bu düşüncesinin altında yatan ise yukarıdaki TANRININ kendisini bu rekatları tamamlarken göreceği ve “AFERİN yaHU!” diyebileceği.

Neden kazası yoktur namazın!...
Aslında soru şu, AN’ı geldiğinde yapılması gerekeni bir AN! sonrasına bırakınca acaba o geçmiş AN! daki değerlendirmeye hiç bir zaman aynı ile vakıf olabilecek misiniz?

Nehir-Irmak akar köprünün altından, her bir debisi bir diğer debisi ile aynı değildir ,benzerse de .... AN!. larda öyledir, birbirlerine benzerler ancak AYNI değildirler...

Namazın kazası var sananlar, geçMİŞlerine yananlardır.
GeçMİŞiNe yanan ise, bırakın gelecekten şimdiden bile perdelenmiş demektir.
“Şeytan onlara arkalarından yaklaşır...”

Bu kazası yoktur sözü intikam amaçlı değil, size yepyeni bir başlangıç kazandırmak içindir.Duymadın mı “DİNE girenin” , tüm geçmiş günahları silinir, anadan doğmuş gibi olur...İşte kazası ile geçmişini önüne getirme, gir DİNE de yepyeni taze bir başlangıç ile algılar olayları demektir, “kazası” yoktur sözü..

Din de NİTELİK önemlidir, NİCELİK değil...
NİCELİK; beynin çalışma sistemi, nöron aktivitesi ile ilgili iken, NİTELİK; ÇOK BOYUTLU TEK KARE RESİM’deki yerini, projeksiyonunu tesbit etmektir.

Unutmayın, H.Z. Ömer, “TÜM rekâtlarımı, EBU BEKİR’in iki rekâtına değişirdim” demiştir... Sayılar, beynin çalışma sistemi –decode etme sistemi ile ilgilidir, MANA ise beynin varlığını aldığı ESMA MERTEBESİ ile ilgili...

Lütfen “namazın kazası olmaz” cümlesini bir de böyle düşünmeye çalışın, ALLAH Kaza değil “nafile-yararlı” ibadetlerimizi arttırmada bizlere yardımcı olsun.."

Pazar, Eylül 16, 2007

İÇSELLİK-DIŞSALLIK

“Bir ben var benden içre” denmiş. Ne denmek istenmiş? Bu derin anlam içeren cümleyi incelemeye “ben” kelimesi ile başlayalım…

“Ben” demekle neyi kasdediyoruz? Kendi “zat”ımızı mı? Peki nedir bu “zat”? Neleri içeriyor?... Hani, “bu işi bizatihi ben yaptım” deriz. Buradaki “bizatihi” nedir? Yani o işi “salt” kendimizin yaptığını, bizden başkasının olmadığını, yapanın sadece ve sadece kendimiz olduğundan bahsediriz. Peki, o zaman bu bizim “zat”ımız neyi kapsamakta?
Kişiliğimizi yani bizi biz yapan, yani “ben”i “ben” yapanı… Bu da bazı sıfatlarla olmaktadır. Peki bu sıfatları kim belirliyor?!? Bu sıfatları dışardan bakan gözler mi yoksa biz yani ben mi belirliyor? İçsel bir anlaşma mı yoksa dışsal toplumsal bir antlaşma???...

Gelin fantastik gelebilecek bir yolculuğa çıkalım… İnsanlığın hizmetine sunulan nanoteknolojiden de yararlanalım. Yani mikro olarak ya da bir atom boyutu kadar küçülüp, bir kapsüle konup, bir vücuda enjekte edilelim… Bu fantastik seyahat daha önceki “DNA” yazımda da belirttiğim gibi birebir bir filmin (Innerspace, 1987) konusu olmuştur.

Bir vücudun içinde seyahatimiz başladı…. Etrafımıza baktığımızda neler görürüz? Kan damarları, hücre grupları, hücre gruplarının bulunduğu mekanlar (organlar) sonra bir mekandan başka fonkisyonu olan diğer mekanlara akış… Burada duralım ve bir soru soralım kendimize? Şimdi bu görüntülediğimiz, seyrettiğimiz oluşumlar nerede? Dışımızda mı? Yoksa içimizde mi? Biz nerdeyiz? Bir vücudun içinde mi? O vücud nerede acaba? O da nano olarak bakıldığında macro bir vücutta mı? Aslında burada sorulan sorunun cevabı hep dışarda!! gibi gözükmekte. Devamlı merkez aldığımız bir noktadan dışarı doğru açılma eğilimi ile baktığımızda, tabii ki beynimizden bize “dışarı” onaylaması yansıyacak.
Meselâ, bir hücrenin dillendiğini hayâl edelim!! Ona soralım; “sen neredesin” diye? Hücre herhalde önce “nerede” kelimesine takılır ve bize garip garip bakar? Çünkü, onun için mekan kavramı yoktur. O sadece kendindeki kodlu bilgiyi işlemektedir. Yani kendisindeki bilgiler dolayısıyla vücuttaki görevini yerine getirmektedir ve kendinde herhangi bir mekân kavramı olmadan bu işleme devam eder. Dolayısıyla da hücre için “dışsallık” diye bir kavram mevcud değildir. Hatta o, hücre grupları ile oluşmuş bir organı bile algılamamaktadır. Algıladığı anda ve bir organın parçası olduğunu kabul ettiği anda, kendini “dışarda” bulacaktır!! Aslında onu dışarı atan yoktur. O, kendi kendine “dışarı oyunu”nu oynar.

Mikro hücreden makro hücreye yani bize döndüğümüzde de aynı durum geçerli. Dışımızda bir kişiye baktığımızda onu bizim dışımızda algılıyoruz ve o kişiyi kendimizdeki bilgiler kapsamında değerlendiriyoruz ve hatta karşımızdakini kendimizde buluyoruz. Bu buluşu da içsel bir durum olarak kabul ediyoruz. Halbuki bu buluş dahi bir dışşallıktır!!! Karşımızdaki kişi, ne bizim dışımızda ne de içimizde!! Bir düşünün bir hücre, bir hücreye bakıp: “Sen bensin ben de sen” ya da “aslında ben sende kendimi buldum” der mi?!?...

Belki de yaşantımız içinde!! (burada “içinde” diyorum ama içinde demek dışında bir yaşantımızın olduğunu kabul etmek değil aslında) kendimizi bir hücre gibi hissetmek ve tıpkı o hücrenin sorgulamadan kendisindekini açığa çıkararak yaşaması gibi, biz de yaşantımızdaki tüm oluşumları sorgulamadan, kendimizdeki potansiyeli ortaya çıkararak yaşamalı ve dışımızda bir dünya yanılsamasına kapılmadan, dışsallığı bir tarafa bırakıp aslında “içsel” kelimesinin bile hükmünü yitirdiği bir noktada seyrimize devam etmeliyiz.

Cuma, Eylül 14, 2007


İSİMLER VE VÜCUD

Gelin bugün sizlerle tasavvufta adı geçen bazı isimlerin (esma) vücudumuzda nasıl anlam kazandığına ya da bu isimlerin anlamlarının vücudumuza nasıl anlamlar yüklediğine bir bakalım…

Bir insan vücudunu ele alalım. Ele aldığımız anda düşünce başladı. Bilgi akmaya başladı. Yani bir an ve noktanın açılımı başladı. Bu vücud sonsuz boyutta olsun… Ne başı ne sonu olsun… O zaman boyut kelimesi de hükmünü yitiriyor. (Ezel, Ebed).

Bu vücuttaki bir hücreyi ele alalım… Bu hücreyi düşündüğümüzde ona bir hayat vermiş olduk (Hayy)şimdi burada hayâl etmeye yani oluşturmaya (Musavvir) başlıyoruz. O hücreye ait tüm bilgi yani data hücrede mevcuttur. Bu her hücredeki bilgi ona bir hayat verir, bir canlılık (Muhyi) Tıpkı sonsuz vücuttaki diğer hücrelerde olduğu gibi. Aynı bilgi tüm hücrelerde…

Her hücrenin fonksiyonu ve bu fonksiyonu ortaya çıkarma süresi bellidir daha sonra ölecek ve yerine başka hücreler oluşucaktır(Mumit ve Bâis). Ama bunların hiç birinin birbirinden farkı yoktur. Bu her hücrenin ortaya koyduğu fonkisyon isimlendirildiğinde bir vasıf, özellik ortaya çıkmaktadır.(Rahman).

Hücreler çoğalma özelliğine de sahiptirler bu sonsuz vücud içerisinde (Rahiym) ve bu oluşum her an devam etmektedir. Bu hücreler fonksiyonları gereği isim alırlar ve bu isimlerin özelliği de tek olan vücudu işaret eder(Vahid).

Her hücrenin ve toplu olarak hücre grubunun kendine özel bir görevi vardır ve benzeri olmayan şeklide fonksiyonlarını ortaya koyarlar.(Bedîi)

Her hücrenin kendine göre bir fonksiyonu olması (Fâtır) yani bir fıtratı dolayısıyladır ve farklı farklı fonsiyonlar ile farklı organlar oluşur.(Bâri)

Aslında hepsinin özü aynıdır,aynı DNA.. aynı data… Hücreler kendi işlevlerini yerine getirmektedir ve diğer organları algılamamaktadır. Organlar çoğul gözükmekle birlikte aslında Tek bir vücuda aittirler ve bu sonsuz vücud, tek bir datadır. Her organın kendisindeki bilgiyi ortaya çıkararak farklı bir fonksiyon özelliği göstermesi kendisindeki datanın açığa çıkması kadardır. Ancak bir organ başka bir datadan varlığını almıyordur. Her ne kadar farklı bir açılımı ya da fonksiyonu olsa da ve hiçbir organ diğer organı algılamaz, ancak hepsi birbirine bağlı olarak o sonsuz vücutta görevlerini sürdürürler… Bu bir oluşumdur yani iradedir.(Mürîd)

Çarşamba, Eylül 12, 2007


HOLOGRAM

Rüyâlarımızda gördüklerimiz, hafızamızda kayıtlı olan tüm bilgiler ve hattâ izlediğimiz filmler aslında yaşanılan hayatların birebir yansımaları yani hologramları değil midir?

Aslının “aynı” görüntüsünü veren,TÜM özellikleri aynen yansıtan, 3 boyutlu olmadığı halde var gözüken yani hayâl olan hologram, suda ya da aynadaki aksinizde ortaya çıkıverir... 3 boyutlu kendi yansımamızı seyrederken, kendimizi bir “bütün” olarak görmez miyiz?...
Şimdi, gelin hologram ile ilgili yapılan açıklamalardan bir tanesini okuyalım:

Hologram 2 boyutlu bir objedir ancak doğru yansıtma durumunda tam bir 3 boyutlu imaj yani görüntü üretir. 3 boyutlu objeyi tanımlamadaki tüm bilgiler, 2 boyutlu hologramın hakikâtinde, özünde kodludur yani bulunmaktadır. Keza, yeni fizik teorilerine göre de Tüm evren bir çeşit hologram olabilir.”(Scientific American, Kasım 05, 2005)

Yukarıdaki hologram tanımı bize neyi anlatmakta?
Eğer 3 boyutlu hologram objenin tüm bilgileri iki boyutlu hologramda mevcutsa, iki boyutlu hologramın bilgileri TEK’de (burada boyut kelimesi otomatikman düşmektedir) yani 0 (sıfır) noktasında yani NOKTA’da mevcuttur. Yani bize göre hangi boyuttan bakarsak bakalım Tüm bilgiler holografik olarak TEK NOKTA'da toplanmıştır. Bir TEK yansıtıcı, projektör olması NOKTA’sından bakarsak, O’ndan yansımalar bizdeki kodlanmış(encoded) bilgiye “göre” çözüme ulaşacak ve bizim kısıtlı algılama araçlarımız (5 duyu) yüzünden çoklu holografik görüntüler,imajlar olarak beynimizde yerlerini alacaktır.

Buradaki holografik görüntünün tek ilginç gelen yanı tabii ki 3 boyutlu olmasından kaynaklanmıyor. Herhangi bir imajı holografik bir film gibi kaydedip sonra da bu filmi parçalara ayırdığımızda (kaç parçaya ayırırsak ayıralım), o imaj aslının tüm özellikleri ile görüntü vermeye devam edecektir. Bundan da anlayabileceğimiz gibi, holografik bir film parçası BÜTÜN üzerinde kaydedilmiş tüm özelliklere sahip gözükmektedir.

Bu şekilde günümüz teknolojisinde “hologram” pek çok alanda yerini almıştır. Hologram, datanın depolanması için en uygun tekniktir. İki kesişen lazer diski, milyonlarca bilgiyi bir diskte depolayabilir. Bu iki keşişen ışın holografik datayı kaydeder ve daha sonra da kullanır. http://www.sciencedaily.com/videos/2006-08-10/

Holografik olarak datanın kaydedilmesi, başta film endüstrisi olmak üzere pek çok alanda gerçekleşmektedir; Meselâ, binlerce film çok küçük bir hologram diskine kaydedilmek suretiyle tek bir disk üzerinden seyredilebilmektedir. Bilgisayar dünyasında ise, holografik kayıt teknikleri ile hologram disklere (hologram tabakalara) kaydedilen data, isletim sisteminin kapasitesi ölçüsünde mevcut datayı desifre edip okuyabilmektedir.Tıpkı bir bilgisayar gibi beynimizde TÜM bilgi-DATA- holografik olarak kayıtlı olmasına rağmen, işletim sistemimiz kapasitesi kadar yani bizden ortaya çıkan özellikler kadarıyla o bilgiyi okuyup, deşifre etmektedir. Bu deşifre olunan bilgiler de 3 boyutlu holografik imajlar olarak, mekânsızlığı mekân, zamansızlığı zaman, yerçekimsizliği yerçekimi halinde bir illüzyona dökmektedir.

Eğer, hologramın TEK bir BÜTÜN’ün TÜM özelliklerinin her bir noktasında orijinalini yansıtması olduğunu aklımızdan çıkartmazsak, bence bu bizi başka bir noktaya yöneltebilir:

Kuantum fizikçilerinin sorguladığı evrenin hakikâti ve dolayısıyla bizim hakikâtimiz noktasına… Kuantum teorileri, objelerin belirli bir pozisyonu ve hızının olmadığı ve onun yerine olasılık dalgalarının olduğundan bahsetmektedirler. Yani kuantum noktasından bakıldığında herşey sabit bir akışı olan sanal parçalardan ibârettir ve bu sanal parçaların bir mekânı olmadığı için de algılayana göre her an var olup ve yok olmaktadır.

Ancak, 5 duyu algılama araçları ile koşullanmış ve sınırlanmış olan bizler, tabii ki beynimizdeki eşsiz ve sınırsız kapasiteden bihaber, sınırlı bir alanı "Tüm" kabul edip, o çerçevede algıladığımız ve bize göre gerçek, hakikâtte sanal olanı deşifre etmeye çalışıyoruz ve bunu yaparken de TEK’in bizde yansımasının bizim dışımızda yani beynimizin dışında 3 boyutlu holografik imajlar şeklinde olduğunu düşünüyoruz!!!. Hakikâtte ise, tek DATA ve o DATA’nın kendisinden kendisine seyrettiği bir TEK FİLM vardır ve hattâ bu DATA gibi sayısız DATA’lar, sayısız filmlerle her bir karede her an kendini yansıtmasıdır.




Cumartesi, Eylül 08, 2007




ANLAM

İngiliz Dilbilimi bölümünden mezun olduktan sonra hayatımın bir nokta!sında dili bilimsel olarak inceleyeceğimi söyleselerdi (her ne kadar bu konuda eğitim görsem de) herhalde gülüp geçerdim ama bilinen herşeyin başka bir deyişle her noktanın istisnasız TEK’e hizmet ettiğinden o zamanlar haberim yoktu!…

Dili bir sistem olarak gören ve niteliğini, yapısını, birimlerini ve dönüşümlerini inceleyen bilim dalı olan Dilbilimi (Linguistics) ve dildeki anlamları inceleyen Anlambilimi (Semantics) bakın bizleri nasıl bir “anlam” yolculuğuna götürecek…

Anlambilim, hem felsefe hem de dilbilim alanlarında bir dilin göstergeleri ile bunların anlamları arasındaki bağlantıları inceler. Her iki alan (felsefe ve dilbilim) da insanların dilsel anlatımlardan nasıl anlam çıkardıklarını açıklamaya çalışmıştır. Zaten yaşantımız her an bir “anlam çıkarmak” değil midir? Beynimizin içinde ya da dışında!!! konuşalım, her bir an bir anlam yüküne sahiptir. Peki, bizler için bir şeyin anlamı nasıl oluşur? Tabii ki, bizdeki bilgi birikimi yani bu birikime vesile olan kelimeleri kullanarak. Şimdi siz diyebilirsiniz ki “dili kullanmadan da herhangi birşeyden anlam çıkarabilirim yani hissedebilirim”. O zaman belki de düşünmemiz gereken konu, dilin sözlü dışa vurumundan başka içsel konuşmaları da kapsadığıdır. Yani beynimiz aslında her an konuşmaktadır!! İster bunu dışsal! yapalım yani kelimelere sesli dökelim, ister sadece düşünce bazında içsel hissedelim.

Hayat denilen sesli ya da sessiz sinemadaki (sanal dünyanın) değişik rollere bürünerek, bizleri sanal aleme gerçekmiş gibi çeken başrol oyuncuları olan “kelimeler”!...
Bizler, bu kısıtlı kalmış kelime ve onun işaret ettiği anlam ya da anlamlar doğrultusunda tüm hayatımız boyunca şartlanmışız ve bu şartlanmalara göre de anlamlar çıkararak hayatımızı sürdürmekteyiz. Hatta tek hedefimizin hayatımıza bir anlam katmak olduğunu düşünerek yaşarız. Aslında bu durum bir ironiden öteye gitmemektedir! Hayatın bir anlamı olmadan yaşamanın anlamsızlığından bahsederken hakiki ANLAM’ın verdiği mesajlardan bi haber kendi sınırlı anlam dünyamızda yaşamaya devam etmekteyiz….

Şimdi gelin bir kelime ile oynayalım; Örneğin, ben “özdek” dersem, sizde nasıl bir anlam oluşur?

“Özdek” kelimesini yalnız başına söylediğimde, siz eğer daha önce duymamışsanız, o kelimeye muhtemelen hiç bir anlam yükleyemeyeceksiniz.Kelimenin içindeki kısımları ayrıştırarak belki bir sonuca varmaya çalışabilirsiniz. Bu da gene kelimenin içindeki diğer sözcük öğelerinin bazılarının siz de bilgi olarak mevcut olması ile gerçekleşebilir, yani bilinen kelimelerden yola çıkarak bilinmeyenden bir anlam çıkarmak…

Peki, bu çıkarabildiğimiz (tabii herhangi bir anlam çıkarabildiysek!!) anlam ne kadar “anlamlı” olur? Yani bir başka deyişle, “orijinal” anlamına ne kadar yaklaşabiliriz?!... Bizler somuttan soyuta bir yolculuk içersindeyiz. J.Krishnamurti’nin David Bohm ile yaptığı bir sohbette de dediği üzere “düşünce beyindeki “özdeksel” bir süreçtir ve bu özdeksel süreçten kaynaklanan herhangi bir başka devinim yine özdeksel olacaktır.!”

Bu bizi çok ilginç bir noktaya getirmektedir; kelimelerin çokluğu bizlere yaşadığımız sistemi anlamlandırmada kolaylık sağlasa gibi gözükmekle birlikte orijinal anlamları yakalamanın kelime bilgisi ile uzaktan yakından bir bağlantısı olamadığı düşüncesindeyim. Düşünün bir kere hayattaki en zor şey soyut olan kavramlara anlam yüklemek ve onları çoklu sistemde yani etrafınızla paylaşmaya çalışmak!! Ne kadar uğraşırsanız uğraşın sizin kendinizdeki orijinal bir anlam dışardan!! asla ve asla sizdeki orijini gibi algılanamaz ve anlamlandırılamaz…

Dönelim şu “özdek” kelimesine… “özdek” kelimesinin bir diğer anlamı (yukardaki açıklamalarımdan belki bazılarınız çoktan anladılar) “madde” yani ingilizcedeki anlamı ile “physical matter”dır. Biz, şimdi maddeyi nasıl anlamlandırırız onu bir düşünelim…
“Madde” şimdiye kadar öğretilmiş bilgilerin ışığında bizde bir anlam oluşturmaktadır. Ancak bu tamamen öğretilen ve öğrenilmiş bir bilgi karşılığı oluşan bir durumdur. Yani bizi sınırlamaktadır. Nasıl mı? Mesela özdek dediğimde eğer kelimeyi bilmiyorsanız henüz bir anlam yüklemezsiniz, bu da sizi başka bir bilgiye götürmez. Ancak “özdek” kelimesinin anlamını öğrendiğinizde yani onu anlatan diğer bir kelime olan “madde”, sizde otomatik olarak mevcut olan yani yüklü duran genel bir anlamını ortaya çıkarır; “duyularla algılanabilen ve mekanik bir kütlesi olan”. Ancak, ilerleyen bilim sayesinde biliyoruz ki, madde ile ilgili pek çok teori bilinen anlamının yerine başka anlamlara sahip olarak ortaya çıkmıştır. Örneğin, 20.yüzyılın başlarında “Elektronda maddi olan hiçbir şey yoktur. Elektron, hareket halindeki elektrik yükünden fazla bir şey değildir. Peki, negatif yükte madde yoksa, pozitif çekirdekte neden olsun? Madde yokolmuştur. Yalnızca enerji vardır!" denmiştir.

Şimdi bu bilgi ışığında bizlerde kalıplaşmış olan “madde” anlamını yitirmektedir. Düşünsenize sadece “madde”yi incelemek, deneyler yapmak yerine sadece bir kelime değişikliği bile bizdeki mevcut anlamların değişmesine neden olabilmektedir. Tıpkı “madde” yerine “özdek” denmesi gibi.

“Özdek” kelimesini incelersek de göreceğiz ki; ön ek olan “öz-” ve daha sonraki ek “–de” bizleri “ÖZDE”ye yani O TEK, ÖZ’e götürmektedir. Sondaki “k” harfi de, O Tek'in NOKTA'dan açılımı! O da “madde”yi oluştursun!!!... Bu arada “madde” neredeydi???