Çarşamba, Ocak 30, 2008


HAFIZA II. BÖLÜM

2004 yılında gösterilen “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”, hafıza ve hafızanın silinmesine yönelik bilim insanlarının yaptığı pek çok deneyden etkilenerek yaratılmış bir film. Filmde birbirini unutmak isteyen iki sevgilinin hafızalarından birbirleri ile ilgili anılarını silmek istemeleri ve bunu bir çeşit operasyonla gerçekleştirmeleri yer almaktadır. Filmde ilginç olan, iki sevgilinin hafızalarında birbirleri ile ilgili anılarını sildirmiş(!) olmalarına rağmen, ilk tanıştıkları yere gelmeleri ve tekrar tanışmalarıdır. İşte filmdeki bu son belki de “hafıza”nın hakikatini çözmemizde bize ipucu olabilecek başlangıç noktalarından birisi olup, akla şöyle bir soru gelebilir: Kahramanlarımızın birbirleri ile ilgili olan anıları somut olarak adlandırdığımız beyinde belirli bir bölgede ise, sildirdiklerini düşündükleri bilgileri neden tekrar yaşamaktadırlar? Onları aynı yere, aynı bilgileri tekrar yaşamaya acaba RUHları mı sürüklemiştir???... Bu soruyu şimdilik bir kenara bırakıp, diğer bir başlagıç noktası sayılabilecek bir deneye göz atalım…

Nöropsikolog Karl Lashley, fareleri bir labirent içinde koşturmak gibi çeşitli görevleri yerine getirmek üzere eğitir. Daha sonra, farelerin beyinlerinin çeşitli bölümlerini (o yöndeki anılarını kapsayan bölümleri) ameliyatla çıkartır. Ancak, farelerin beyinlerden hangi oranda parça alırsa alsın, Lashley farelerin anılarını ortadan kaldıramadığını ve hareket yetenekleri zayıflamış olmalarına rağmen, farelerin eğitildikleri görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirdiklerini gözlemler. Bu deneyde ortaya çıkan sonuç, nörocerrah Karl Pribram’a hatıraların beynin belirli bir bölümünde yerleşmiş olmadığını ve tüm beynin içerisinde holonomik (holonomic model of brain function) olarak, tümüne yayılmış olarak dağılmış olabileceğini düşündürmüştür. Bu da başta Karl Pribram ve fizikçi David Bohm olmak üzere günümüzdeki hemen hemen tüm bilim insanları tarafından benimsenen “beynin holografik olarak işleyişi teorisi”ni ortaya çıkarmıştır. http://www.ifi.unizh.ch/ailab/teaching/semi2005/presentations/WhereIsMemory_HandschinBeutler.pdf
Şimdi yukardaki iki önemli noktadan (ruh ve hologram’dan) yola çıkarak “hafıza” bilmecesini çözmeye çalışalım….

Bilim insanlarının “hafıza” ile ilgili gerçekleştirdikleri tüm deneylere baktığımızda, onların madde olarak algılanan beyin ve beynin belirli bölgeleri üzerinde çalışmakta ve deneylerini çeşitli hayvan türleri üzerinde gerçekleştirmekte olduklarını görürüz. Ancak somut olarak algılanan evren, Kuantum Teorisi ile yeni bir anlam kazanmış ve mikro evren beyinin de gerek dışardan(!) 5 duyu yardımı ile aldığı gerekse yaydığı dalgalardan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu bilgi içeren dalgaların oluşturduğu manyetik alan, mikrodalga hologramik bir bedendir de ayrıca…

İşte bu noktada bilim insanlarının belki de yapmaları gereken; başta hafıza fonksiyonu olmak üzere tüm zihinsel fonksiyonları incelerken, “somuttan” yola çıkıp, sadece somut olanla sınırlınmamalıdırlar. Çünkü “hayvan” adlı birimin beyni “insan” adlı birimin beynin ürettiği türden dalgalar üretememekte ve hafıza fonksiyonları “somut” olarak adlandırılan beyin çerçevesinde sınırlı bir şeklide faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla, hafızanın hakikatine giden yol “somut” incelemelerden geçmeyip, “soyut” diye adlandırdığımız frekans-dalga boyutundaki incelemelerden geçmektedir kanısındayım. Aksi halde aşağıdaki fıkrada hafızayı araştırmaya çalışan doktorun durumuna düşülebilir:

Üç yaşlı adam hafıza testindedirler. Doktor ilk yaşlı adama sorar:
-Üç kere üç kaç eder?
-274..?
yanıtını alınca doktor üzgün bir şekilde ikinci yaşlı adama döner:
-Şimdi sizin sıranız. Üç kere üç kaç eder?
-Salı..?
Doktor artık iyice ümitsiz şekilde üçüncü yaşlı adama döner:
-Evet, şimdi de sizin sıranız üç kere üç kaç eder?
-Dokuz..?
cevabını sevinçle karşılayan doktor :
-Bu harika, nasil buldunuz? der.
Üçüncü yaşlı adam sakince:
-Oh, çok kolaydı. Sadece “274” ten “Salı”yı çıkardım.?!!!

O zaman şimdi, HAFIZA I. BÖLÜM’de moleküler boyutta gerçekleştirdiğimiz seyri bir de beynin hologramik olarak işleyişi düşünceleri ile aralanan kapıdan geçerek, dalga-frekans okyanusuna yelken açarak gerçekleştirmeye ne dersiniz?…

Nöron aktivitesi, moleküler boyutta biokimyasal tepkimler olarak göze çarparken, atomaltı dediğimiz boyutta ise dalgasal yani salınımsal aktivite formatında algılanabilinir. Daha basit bir anlatımla; beyin hücrelerinin birbiri ile iletişimi yani bilgiyi alıp, kodlaması ve depolaması, o bilginin içeriğine göre frekanssal titreşimlerin meydana getirdiği “dalga”lardan oluşmaktadır. Bu dalgasal aktivite bir manyetik alan oluşturmaktadır. Bu manyetik alan mikrodalga ve bilginin açığa çıkması açısından da hologramik görüntüye sahip olan “RUH” adını verdiğimiz bir yapıdır. (Bu manyetik alan hakkında daha geniş bilgiyi

Kuantum Teorisi’nin araladığı kapıdan geçen Profesör McFadden’in 2002 yılındaki “Senkronize Ateşlenme ve Beynin EM Alanı Üzerine Etkisi: EM Bilinç Alanı Teorisi Üzerine Bulgu” adlı makalesinde açıkladığı çalışması, bu konuda ilk defa 1972 yılında araştırmacı-yazar Ahmed Hulûsi tarafından kaleme alınan “Ruh” adlı mikrodalga yapılı hologramik bedenin hakikati konusuna destekler niteliktedir.

1972 yılında henüz Kuantum Teorisinin bilinçlerde anlamlaştırılmadığı bir noktada “hafızanın hakikati” Ahmed Hulûsi tarafından “Ruh-İnsan-Cin” adlı kitabında bakalım nasıl kaleme alınmış:

"…İnsan" ismiyle bilinen ölümsüz varlığın, ebedi yaşamını sürdürdüğü "dalga bedendir"... Görüntüsü hologramiktir!.. Beynin ürettiği, Yüklenmiş dalgalardan oluşmuştur... Beyin tarafından üretilir ve ve beyin kendindeki tüm düşünsel verileri dalga olarak "RUH"a yükler.Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden takviye etmektedir... Aynı, bir otomobil motorunun aküden hem enerji temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi... "Hafıza-bellek" esas olarak bu "dalga" bedendeki bilgi yüküdür... Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır... Eğer, beyinde herhangi bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga bedendeki bilgileri geri alamadığı için "unutma" veya "hatırlayamama" dediğimiz olay meydana gelir... "Ruh bedenin" dışarıdan görünüşü aynen bir hologram gibidir...”

Bu çok önemli bilgiyi biraz daha incelersek …

Nöronlarda işlenen, depolanan ve geri çağrılan bilgiler, bir yönü itibariyle elektriksel bir aktivite gösterirken, diğer yönüyle dalgasal bir aktivite göstermektedir. Beynin ürettiği manyetik alana sahip olan “ruh” adını verdiğimiz hologramik dalga beden, nöronda işlenen bilgileri hologramik olarak depolar. Her nöronun etkinliği (bilgiyi işleyiş, depolayışı) bir dalga boyu oluşturur. Daha sonra benzer dalga boylarında gelen frekanslar beyinde kayıtlı bulunan frekanslarla bir çağrışım yapar ve bu yol ile “geri çağırma-hatırlama” sağlanır. Nöronların, hologramik olarak yarattığı dalga girişim ve kesişimlerinden oluşan holografik model, beş duyuyla algılanan görüntüleri oluşturur. “geri çağırma-hatırlama” dediğimiz işlem de ise tam tersi olarak, görüntü, ses, koku gibi frekanslar belirli bir yoğunluk alır.
Sonuç olarak, kendini madde beden zanneden birimin “ölüm” denilen madde bedenden hologramik dalga bedende yaşamını sürmesinde hafıza fonksiyonunun işlevselliğinin çok önemli bir yeri vardır. “Ölüm” denilen olaya kadar beyin ve hologramik dalga beden arasındaki bilgi alışverişi sürmekte ve her an, her işlenen ve depolanan bilgi geri çağrılıp, yaşanmaktadır. “Ölüm” denilen olayla da mikrodalga bedene kodlanan, depolanan her bilgi hologramik görüntü şeklinde ortaya çıkmakta ve “boyuna geçirilmiş kitaplar, dürülmüş defterler okunacaktır” tarzındaki tasavvuftaki mecazi ifadeler “yaşanılanlar yaşanılacaktır” şeklinde bilinçte yerini bulmaktadır.






Perşembe, Ocak 17, 2008


HAFIZA I.BÖLÜM

“Beyin” ve “ruh” çözümlenmesi, anlaşılması gereken en büyük, en muhteşem bilmece (puzzle). Somut olarak algıladığımız beyinden yola çıkıp, ruhun sonsuz derinliklerinde yol almaya başladığımızda “hafıza” diye adlandırdığımız çözümlenmesi ve anlamlandırılması gereken bir başka kavramla karşılaşıyoruz.

“Hafıza” diye adlandırılan bu kavramı anlamada öncelikle moleküler boyutta bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?...

Beynimizde milyarlarca sinir hücreleri (nöronları) bilgiyi bioelektriksel ve biokimyasal olarak işlemektedir. Beynimize duyu organlarımız ile ulaşan ya da veritabanımızda (database) mevcut olan her bilgi, somut olarak ele aldığımızda biokimyasal maddelerin oluşturduğu bir bioelektriksel akımdan ibarettir. Bu her bilginin nöronlara yüklenip “işlenmesi-kodlanması" (encoding) işlemine “öğrenme” adı verilmektedir. Bu kodlama sırasında bazı bilgiler “depo”lanır (storage). Depolanan bilginin bulunduğu yerden çağrılmasına da “hatırlama” denilmektedir. İşte “Hafıza” diye adlandırdığımız kavramı bu üç safha ile anlamaya başlayabiliriz.

Bilgiler beyinde çeşitli yollarla anlamlandırılıp, işlenir ve depolanır: Beyne ulaşan bilgiler öncellikle duyu organları yoluyla algılanıp, depolanır ve belirli bir süreç içerisinde bu bilgilerden bazıları bir sonraki aşamaya geçer, bazıları ise kullanılmamak üzere depolanmadan silinir. Bu aşamada bilgiler anlık değerlendirmeye sokulur. Bu bilgi akışının (nöron aktivitesi), anlık değerlendirme şeklinde ortaya çıkışını “zekâ” diye adlandırabiliriz. Bu noktada bilgi, anlık değerlendirilme neticesinde “tepki” diye adlandırabileceğimiz fiziksel bir reaksiyona dönüşebilir ya da daha sonra sürekli kullanılmak üzere kişinin veri tabanındaki bilgiler doğrultusunda işlenir ve depolanır. Bilginin, kodlanma ve depolanma işlemlerini kolaylaştıran ve akışkanlığı sağlayan serotonin, glutomat, dopamin, norepinefrin, asetil kolin gibi bazı kimyasallar ve protein molekülleri vardır. Bu kimyasal elementler sayesinde nöronlar arasındaki bioelektriksel ve biokimyasal akış ne kadar düzenli ve etkin olursa, depolanan bilginin geri çağrılması (hatırlama) da o kadar güçlü ve etkin olur. Ancak, bunun tersi bir durumda mesela, beyin stress hormonu salgıladığında, nöronlar arası bilgi-enerji transferini (bilgi aktarımı ve işleyişi) bozar ve hafıza fonksiyonu dediğimiz o üç safhadaki işleyiş sağlıklı bir şekilde gerçekleşemez.

Hafızanın işleyiş mekanizmasına moleküler boyuttan bakmaya devam ederken, çözümlenmesi gereken başka bir bilmece daha ortaya çıkmakta. O da; hafızanın somut olarak adlandırdığımız beyindeki yerinin neresi olduğu konusu. Bilimadamlarınca “hafıza” denildiği zaman beyinde öne çıkan “hipokampus” adlı bölge ve eski ve yeni bilgilerin depolandığı beynin en dış tabakası (korteks) olduğu düşünülmektedir. http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0711/multimedia_hafiza2.aspx?Konu=1

Bu şekilde düşünmelerinin sebebi, öncellikle hipokampus bölgesinin, bilgileri ana depoda kalıcı olup olamayacağına karar veren bir role sahip olması olabilir. Bu karar verme işlemi pek çok kaynakta benzer olarak şu şekilde anlatılmaktadır; hipokampusa ulaşan düşük frekanslı bioelektrik akışı zayıf sinaptik bağlar oluşturur ve bu zayıf elektrik akımı yüzünden de beyin korteksine hipokampustan etkin sinyal gelmediği için bazı bilgiler kayıt edilemez ya da hipokampustaki nöronlar arasındaki bilgileri aktaran sinaptik bağların güçlü iletkenliğe sahip olması, kortekse etkin sinyaller yollanmasına ve bilgilerin kalıcı bir hal almasına yol açar. İşte bu zayıf ya da güçlü akımlara neden olarak, “duygu” diye adlandırdığımız çeşitli biokimyasal tepkimelerin zayıf ya da yoğun sinyaller vermesi yol açmaktadır. Örneğin, bunlar bizim dışardan bakış açısı ile baktığımızda “sıkıcı”, “ilgi uyandırmayan” veya “uyandıran” ya da “heyecan veren” diye nitelendirdiğimiz duygusal etiketli tepkimelerdir. İşte “duygu”lar dediğimiz bazı (heyecan, ilgi uyandıran…) biokimyasal tepkimelerin yoğun aktivasyonu hipokampusta yoğun nöron hareketi oluştururuken ve kortekse aktarılarak kaydedilirken, bazı zayıf biokimyasal tepkimeler, (sıkıcı bulmak, heyecanlanmamak, önemsememek…) zayıf nöron hareketi oluşturup, bilgi aktarımını ve kalıcılığını engellemektedir.

Belki de bu yüzden bilimadamları hafızayı incelerken özellikle hipokampus üzerinde durmakta ve hafıza ile ilgili yaptıkları deneylerin hemen hemen hepsi hipokampus ile ilgili olmaktadır. Bu araştırmalar içerisinde en ilginç olanlarından birisi Kaliforniya Üniversitesi Los Angles Kampüsünde Ted Berger ve yardımcılarının 2007 yılında üretmeyi başardıkları dünya üzerindeki ilk hafıza implantının prototipi olan “silikon-yapay hipokampus”tur. Bu yaratılan çip, anı oluşumu için önemli olan hipokampustaki beyin hücrelerinin bir bilgisayar donanımı (hardware) şeklindedir. Bu çipin beyinde hasar görmüş nöronların yerini alabileceği düşünülmektedir. Çip iki yönlüdür; hem bilgiyi üretebilmekte, hem de kendisine ulaşan sinyalleri tıpkı canlı bir hücre gibi alabilmektedir. Ancak çip, kısıtlı sayıda nöron içermektedir. Bu nöronlar, canlı beyin dokularından ulaşan benzer sinyalleri alıp, bunları dijital sinyallere çevirir ve daha sonra da bu sinyalleri tekrar benzer sinyallere dönüştürerek sağlıklı nöronlara yollar.

Hafıza fonksiyonunda başrolü oynayan aktörü “hipokampus” olarak ilan eden bilimadamları, bir yandan “yapay hipokampus” yaratma noktasına kadar gelirken, diğer yandan da hafızdaki anıların silinmesi konusunda aralıksız deneyler gerçekleştirmektediler. Bunlardan bir tanesi, New York Üniversitesi Nörobilimadamı Joseph Le Doux’un gerçekleştirdiği bir deneydir. Bu deneyde kendi ürettikleri bir kimyasalı fareler üzerinde kullanırlar. Bu kullanılan kimyasal, farelerin hafızasında önceden öğretilmiş “korku” içerikli bilginin, hücreler arasındaki geçişini-bilgi aktarımını bloke eder. Bu bloke edilen bilgi (silinen bilgi) bir başka deyişle “hafızada kodlanmış anının silinmesi” olarak ilan edilir. Ancak, bilimadamı ve ekibi, bu işlemin her ne kadar bir bilginin silinmesi şeklinde olduğunu düşünseler de, ana hafızayı-anı bankasını silmeyeceklerini de açıklamaktadırlar.

İşte bu son cümle ve 2004 yılında “hafıza” ve “hafızanın silinmesi”ne yönelik yapılan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” adlı filmin (http://www.youtube.com/watch?v=7UwJtDRQkoE&feature=related) sonunda gelinen nokta, “hafızanın hakikati”nin ne olduğu konusundaki bilmecenin çözülmesine belki de katkıda bulunmaktadır. Öyle ki, bilimadamları “hafıza” fonksiyonunu beyinde tüm biokimyasal ve bioelektriksel işlemleri ile moleküler boyuttan anlamaya çalışsalar da, “hafıza” adlı fonksiyonun çözümlenmesi için daha derin boyutlarda, ruhun sonsuzluğuna doğru olan yolda seyr etmenin zamanı geldiğinin belki de farkına varmaya başlamışlardır. İşte bu yolculuk, sonun başlagıcıdır…