Çarşamba, Ekim 31, 2007


NÖROTEOLOJİ (NEUROTHEOLOGY)

Batılı bilimadamları özellikle son 13 senedir “din” adı altında geçen “ibadet” adlı çalışmaların beyindeki yerini, yani beyinin nasıl etkilendiğini yoğun bir şeklide araştırmaktadılar. Öyle ki, bu konu son yıllarda yeni bir bilimdalı “NEUROTHEOLOGY (NÖROTEOLOJİ)” yani nöron (sinir hücresi) ile dinbiliminin birleşmesi olarak ortaya çıktı. Ancak batılı bilimadamlarınca oluşturulan bu yeni bilimdalı ve bu bilimdalı altındaki tüm araştırmalar, 1400 küsür yıl önce beyine yönelik önerilen “ibadet” adı altındaki çalışmaların bilimsel açıklamaları olarak gözükmektedir.

Şimdi isterseniz önce gelin batılı bilimadamlarının dinî konular sözkonusu olduğunda beyinin nasıl çalıştığına dair yaptıkları araştırmalara bir göz atalım…

Belki de batılı bilimadamlarınca bu araştırmaların en önemli adımı Ocak 1994 yılında Scientific American dergisinde John Horgan “Dağınık İşlevler- Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin-üstü bir yapı mı var?” makalesinde bahsedilen deneyle başlamakta: Gönüllü deneklere bir isim listesi veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okuyup, her isme bir yüklem eklemeleri isteniyor. Bu deneyde pre-frontal ve cingulate kortex dahil olmak üzere beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözlemleniyor. Aynı isimlerin sürekli olarak tekrarlanması ile nöron aktivitesi değişik bölgelere kayıyor. Bu deney, beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü ancak iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devr aldığı ortaya çıkıyor.

14 Mayıs 2001 tarihli Newsweek dergisinde yayınlanan ‘’Religion and the Brain’’ isimli makaledeki Amerikalı nörolog Dr. James Austin’in kendi tecrübesine bir göz atalım. Austin, kalabalık bir yerde zihinsel meditasyonu deneyimlediğinde, kendi birimsel varlığının, zaman ve mekân kavramlarının yok olduğunu, ve sonsuzluğu hissedebildiğini belirtmiştir. Austin, bir nörolog olarak; gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz herşeyin beyin tarafından oluşturulup, yaratıldığını kabul etmiştir. Bu kabul edişle birlikte Austin, beynin hangi bölgesinde ne gibi aktivitler gerçekleştiğini araştırmaya başlar. Ona göre bu sonsuzuluk hissine ulaşılması için, öncelikle beyinde tehditleri ve kaydedilmiş korkuları yöneten “amygdala” ve benliğimizi farketmemizi ve zamanı tespit etmemizi sağlayan “frontal” ve “temporal lob” akımları engellenmeli ve dış dünya ile kendimiz arasındaki ince keskin ayrımı oluşturan “parietal lob” akımları sessiz kalmalıdır. Böylelikle, Austin’e göre bizim benliğimize ait yüksek fonksiyonlar olarak düşündüğümüz ne varsa şuurdan ayrılır, çözülür veya silinir.

Austin gibi nöroteolojide psikologlar ve nörologlar; zaman ve mekân sınırı olmayan tecrübeler sırasında beyinde hangi bölgelerin açılıp hangi bölgelerin kapandığını tesbit etmek isteyen Pennsylvania Üniversitesinden Dr.Andrew Newberg ve onun çalışma arkadaşı Eugene d’Aguili “Tanrı Neden Uzaklaşmayacaktır” adlı makalelerinde yaptıkları araştırmada beynin ruhsal elektrik akımını (devresini) belirleyebilmek için beyin görüntüleme (brain-imaging) tekniğini bir arkadaşlarının Tibet Budist meditasyonu sırasında kullanırlar. Bu deneyde, meditasyonun en yoğun devresinde dikkatin odağı olarak düşünülen “prefrontal korteks” aydınlanır ve beynin arka ve tepesine doğru olan kısmı (burası zaman-mekân ve vücudun uzayda/ boşlukta yön tayini ile ilgili bilgiler mevcuttur) karanlığa gömülür.

Newberg ve D’Aguili “Tanrı Niye Gitmeyecek (Why God Won’t Go Away)” adlı eserlerinde; eğer duyulardan sol orientasyon bölgesine (fiziksel vücudun sınırsızlığı ile ilgili duyu yaratır) hiç bir bilgi gelmezse, beynin kendisi ve dünya arasında koyduğu sınırlamalar engellenir ve bu durumda beynin sanki kendisini sonsuz ve en mahrem bir şekilde herkes ve herşey ile sanki kumaş dokumasında olduğu gibi birleşmiş görmekten başka seçeneği kalmamıştır derken, aynı şekilde şayet duyusal verilerden yoksun kalan sağ oryantasyon bölgesi (vücudun varolduğu ve fiziksel mekân duyusu yaratır) ise bu defa beyin mecburen sonsuz bir mekân olduğu hissine kapılacaktır diye de bir ekleme yaparlar.

Şimdi de gelin bu makaleden tam 6 sene sonra 2007 Ekim ayı Scientific American Mind dergisindeki “Searching for God in the Brain” makalesinden Türkçeye çevirdiğim bazı kısımları okuyalım…

1998 yılında, Kaliforniya Üniversitesi’nden Vilayanur S. Ramachandran epilepsi hastaları ile yaptığı çalışmaları “Phantoms in the Brain” adlı kitabında şöyle açıklamakta; Bir grup epilepsi hastalarına dini, cinsel ve sıradan kelimeler dinlettirilir ve temporal lop epilepsisi olan hastalarda en fazla duygusal reaksiyon “God-Tanrı” kelimesi söylendiğinde oluşmuştur.
Ramachandran, bunun sebebinin duyguları ve duygusal hafızayı yöneten beynin iç kısmındaki limbik sistemin; amygdala ve hipotalamusun anahtar bir rol oynayabileceğini ve temporal lop ile bu duygusal merkezin arasındaki bağı güçlendirerek, epileptik elektrik aktivitesinin dini duyguları canlandırabileceğini düşünmektedir.

Bu fikri daha somut bir hale Laurentian Universitesi’nden Michael Persinger, elektrik akımlarını beyindeki geniş bir nöron ağına yayarak sanal dinî duyguları yaratabilecek bir “God Helmet (Tanrı Miğferi-kaskı)” icât eder. Persinger ve ekibi, bu aleti yüzlerce kişinin temporal lopları üzerinde denerler. Bu denemeler sonucunda elde ettikleri bu kişilerin bu alet ile bir varlığın varolduğu hissine veya evrensel gerçekliği hissetiren kozmik bir mutluluğa kapıldıklarıdır…
Ayrıca bilimadamlarının rahibelerle birlikte gerçekleştirdikleri deneyler sonucunda; Tanrıyı düşündüklerinde ve hatırladıklarında beyinde 6 değişik bölgenin güçlendiğini yani aktive olduğunu görürler. Caudates çekirdeğinde çoğalan aktiviteler, aşık olma (koşulsuz sevgi-ilâhi aşk), öğrenme ve hafızada önemli bir role sahip olan beynin küçük merkezi kısmı, vücudun sezgi ve sosyal duyularını belirleyen beynin insula kısmı, bir tecrübenin hoşnutluğunu belirleyen medial orbitofrontal kortex, duygusal farkındalığı belirleyen medial prefrontal kortex ve orta temporal lop.

Rahibelerin, dinsel deneyimler sırasındaki beynin değişik sayıdaki bölgelerinin aktive olması, dinî olgunun karmaşıklığını göstermektedir. Bunun üzerine Beauregard şöyle bir ekleme yapar: “İnsan beyninin temporal lobunda lokalize olmuş tek bir Tanrı noktası olamaz. Bu durum, beyinde her yerde tüm nöron ağları vasıtası ile yaygındır.”

Yukarıda çeşitli tarihlerde gerçekleştirilen deneyleri ve varılan sonuçları topluca düşündüğümüzde, bu deneylerde ortak olan bazı noktalar göze batmaktadır. Bu da; yapılan her deneyin konusu “din” adı altındaki “ibadet” çalışmaları sırasında gerçekleştirildikleri, bu çalışmanın da beyinde pek çok farklı bölgede yoğun ve etkin bir aktivitenin gözlemlendiğidir. Ancak belki de bana göre en dikkat çekici olan ise Bilimadamı Beauregard’ın tüm bu deneyler sonucunda vardığı genel ama bir o kadar da kişiye çok özel verdiği mesajdır: Beynimizde tek bir tanrı(!) noktasının olamayacağı ve beynimizdeki 100 milyar nöron hücresinin beynin her kısmında dua ile gerçekleşen bioelektriksel beyinsel aktiviteden etkilenebileceği…

Bu açıklama ile aslında ortaya atılan bir gerçek de, gerçekten de “tanrı” kavramının böyle muazzam bir beyin ve işleyişinde yerinin olamayacağı. Yani, bu sonsuz gibi gözüken milyarlarca nöron ve nöron ağlarını düşünürsek, “tanrı” kelimesi ile sınırlanmak, sonsuz-sınırsız enerjinin hücreler arasındaki seyrinde “ironik” bir durum yaratmaktan öteye götürmez bizleri. Dolayısıyla, batı bilimi beyinlerdeki “tanrı” kavramını silerek, aslında sınırsız ve sonsuz TEK’e doğru adımlarını atmaktadırlar…

Üstad Ahmed Hulûsi’nin bilimadamlarının “beyin-din” ile ilgili önemli adımı atmalarından yaklaşık 8 sene önce 1984’de “İnsan ve Sırları” kitabında ilk defa detaylı bahsettiği ve daha sonra 1991 yılında ilk yayınlanan “Dua ve Zikir” adlı kitaplarındaki “beyin” ve “dua” bağlantısı sadece batılı bilimadamlarına değil tüm insanlığa bu önemli adımda ışık tutacak niteliktedir. Meselâ John Horgan’ın 1994 yılındaki yukarıda kısaca paylaştığım deneyin konusu tamamen “dua ve zikir” mekanizmasının işleyişine açıklık getirici niteliktedir. Bu da şöyle açıklanmıştır:

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibariyle bioelektrik enerji üretip, bunu dalga enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan manâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasite ile çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, klâsik bir yaşam türü geçirir... Bildiğimiz herkes gibi...
Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür!..
Normalde çok küçük bir yüzde ile çalışıp geri kalan miktarı kullanılmaz bir halde bekleyen beynin, bu boş duran kapasitesinin devreye sokulması yolu ZİKİR'den geçer.
ZİKİR ile beynin belli bir bölgesindeki hücre grupları arasında üretilen bioelektrik enerji, zikrin devamı halinde bu bölgeden taşarak, görevsiz bekleyen yan hücrelere yayılır ve onları da mevcut kapasiteye ilâve ederek devreye sokar.
ZİKİR, konusu ne ise, o anlamda bir frekans yayarak bu hücreleri devreye alan beyinde, elbette ki o istikâmette de faâliyet gelişir.”

Bilimadamlarının yukarıda aktardığım deneylerde gözlemlemiş oldukları bir başka nokta da; yoğun meditasyon sırasındaki beyindeki dış dünya ve iç dünya ayrımı ya da zaman-mekân olgusunun oluştuğu beyindeki bölgenin karanlığa gömüldüğü yani oraya akımın gitmediği ve dolayısıyla da deneklerin kendilerini zaman-mekân kavramından, dış dünya olgusundan soyutlanmış ve sınırsızlığı ve sonsuzluğu hissetmeleri. Bu da yine 1400 küsür sene önce Hz. Muhammed (s.a.v)’nin “namaz mü’minin mirâcıdır” diyerek “namaz” adı altında anlatılmak istenen dua ve zikir çalışmasının, tamamen zihinsel ve şuursal bir yönelişin neticesinde sonsuz-sınırsız TEK’te kişinin izâfi benliğinin, bedenselliğinin “yok”luğunu hissetmesidir. Bu konuda Üstad Ahmed Hulûsi de 1986 yılında yazmış olduğu “İnsan ve Sırları” kitabının “Dünyada en önemli çalışma: Zikir” başlıklı kısmında bunu detaylı bir şeklide anlatmış ve şöyle ifade etmiştir:
Namazda okunan bütün âyetler, duâlar ve tesbihler hep zikir cümlesindendir.
Namaz ise mümkün olduğunca dış dünyadan soyutlanarak tam bir konsantrasyon içinde okunan manâları ruha yükleme yöntemidir.
Namazı bir jimnastik gibi anlamak, tümüyle cahillikten ve meselenin içyüzünü görememekten kaynaklanan ilkel bir görüştür!..
Namaz, esasen, tamamıyla öze; özünde mevcut olan Allah'a yönelme olayıdır!.. Bundan mahrum olanlar ise, bu çalışma neticesinde kendilerinde ortaya çıkabilecek o kadar değerli şeylerden
kendilerini yoksun bırakmaktadırlar ki bunun dille anlatılması asla yeterli olamaz!..”

Görünen o ki, bilimadamlarının sadece yaptıkları deneyler değil, ayrıca yazdıkları makalelerin başlıklarında (“Tanrı Neden Uzaklaşmayacaktır”, “Tanrı niye Gitmeyecektir”, “Beyinde Tanrı’yı Aramak”…) da hep O sınırsız-sonsuz TEK’e yönelişin izlerini görmek mümkün. Bilimadamlarınca bu yolda atılacak adımlar, tüm insanlığa 1400 küsür sene öncesinden bu zamana ve sonsuza kadar kalıcığını devam ettirecek Hz.Muhammed’in ilminin yaydığı ışığın yardımı ile olacaktır.

Çarşamba, Ekim 24, 2007


SOMUT-SOYUT

Ressam soyut bir resim yaptığında sınırsızlığı hissederek çizer. Somut olarak bir ağaç, bir kuş vs. çizmez. Beklediği de resmine bakanların o çizdiği resimdeki sonsuzluğu hissetmesi ve ona belirli bir anlam yüklememesidir. Ancak, biz o resmi incelemeye başladığımızda kendimize, kendi iç dünyamıza “göre” şekiller vermeye ya da o resimdeki renklerden ve renklerin akışından bir şekil, bir anlam çıkarmaya çalışırız. Elbette bu çıkarım bizim kendimizdeki duygu ve düşüncelerimiz doğrultusunda olacaktır. Öyle ki, 10 kişi bu soyut olarak çizilmiş resme baksa, muhtemelen 10 farklı somut benzetmeler ve yorumlar almak mümkün olacaktır. Ancak ressama dönüp sorsak, kendisi ne hiç birine “yanlış”, ne de hepsine “doğru” der. Yorum yapmaz. Sadece dinler ve seyreder yorumları, yorumcuları…

İşte bu soyut resme baktığımız gibi dünya yaşamı içerisinde bazen farkında olarak, bazen de farkında olmadan yaptığımız somutlaştırma çabaları bizleri ressamın sonsuzluk ve sınırsızlığa davet için çizdiği resme bir sınır koymaktan öteye geçirmez. Çünkü bizler, yaşantımızın her noktasını “anlamlı(!)” kılmak için sürekli bir somutlaştırma gayreti içerisindeyiz. “Soyut” mânâlardan oluşmuş ama bakanın bakış açısına göre “somut”laşan bir dünya yaratırız. Her bilgi bizde somutlaşma tezgâhına girer ve gerçek anlamından uzaklaşıp gider. Öyle ki, bize ulaşan her bilgiyi biz beynimizde canlandırma yani bir şekle sokmak için çalışırız. Ne kadar bir şekle bürünürse o bilginin o kadar anlamlı olacağını düşünürüz. Bu şekle sokma ise 5 duyu ile sınırlı olmamızdan dolayı görecelidir, genellemelere dayalıdır. Benzetme ve mecazlar ile pekiştirilmeye çalışılır ve mecaz ve benzetmeler esas alınarak orijinal bilgi somutlaşır, hakiki anlamından çok farklı anlamalara bürünür. Bir örnek vermek gerekirse, "cennet" ve "cehennem" kavramları hepimizin bilicinde somut bir yer, bir mekân olarak anlamlaşan iki kavram olmuştur. Biz “cehennem”i kaynar kazanlar içerisinde ateşler içerisinde bir mekân ve “cenneti” de insan için hoş gözüken başka bir mekân olarak somutlaştırıp, soyutluktan yani gerçek anlamından uzaklaşmışız. Hakikâtte ise bu iki isim, bilincimizin yaşamakta olduğu iki farklı deneyimi işaret etmektedir. Bir tanesi hakikâte yani sistemin gereğine göre yaşamanın ve diğeri ise yaşamamanın bilincimizde oluşturdukları anlamındadır.

Yazının başında verdiğim resim örneğinde de olduğu gibi her an somut bir şeyler oluşturma ve görme ve onu beynimize kaydetme çabasındayken nasıl soyutu algılayıp, değerlendirebiliriz ki?...

O zaman şimdi gelin “somut” ve “soyut”u felsefik ve bilimsel irdelemeye devam edelim ve bu inceleme sonucunda “somut” ve “soyut” ile ilgili farklı bir bakış açısı yakalamaya çalışıp, bunun yaşamımıza nasıl olumlu bir katkıda bulunabileceğini düşünelim...

Felsefik anlatımda, birşeyin “somut” denilmesi için dokunulması, görülmesi ve “soyut” olabilmesi için de dile gelmesi ya da yazılması gerekmektedir. Yani “somut” olan nesnenin kendisi olurken, bu nesneyi temsil eden söz ya da yazım “soyut”tur. Buna bir örnek vermek gerekirse; gördüğümüz “çiçek” yani çiçeğin kendisi somuttur. Ancak, “çiçek” ismini söylediğimiz ya da onun hakkında düşündüğümüz, yazdığımız anda soyutlaşır. “Çiçek” sözcüğünün kendisi soyuttur. “Çiçek” bir kavramdır yani "çiçek" kelimesi ile ifade edilmek istenen anlam önemlidir ve kavramların da nesnel olarak birebir karşılığı bulunmaz. Yani benim bildiğim ve dokunduğum, gördüğüm çiçek gibi bilemediğim pek çok “çiçek” olabilir. O zaman ben, bende mevcut olan bilgi çerçevesinde çiçeği algılayıp, değerlendirebilirim. Bu da çiçeğin gerçek, orjinal yapısını değerlendirebildiğim anlamına gelmez. İster çiçek olsun ister başka bir nesne, bir nesneye ait olan özellikleri saymak, o nesneyi tam olarak tarif etmek demek değildir. Çünkü her tarif, tarif edenin bakış açısına göre şekil alır ve somutlaşır. Felsefik açıklamadan da anlaşılacağı gibi kavramlarla somutluk arasında çok büyük bir fark vardır. Kavramlar ve o kavramların anlatmak istedikleri ile gördüğümüz ve deneyimlediğimiz nasıl aynı, birebir olabilir ki???...

Bilim ise, kuantum teorisine kadar hep maddeyi “somut” yönden incelemiş, hattâ her teorinin kabulu olabildiğince somut deneylerle gerçekleşmiştir. Taa ki kuantum mekaniği bilimin felsefeye yönelen bir kolu gibi doğmasına kadar. Kuantum teorisi ile bilim, “somut” dünyadan “soyut” dünyaya geçerek hakikâtin, gerçekliğin algılanmasında büyük adım atmıştır.

Kuantum teorisinde her parçacık aynı zamanda dalgadır. (Bu arada parçacık ve dalgacık isimlerini okuduğunuz anda beyninizdeki bilgiler doğrultusunda bir şekle sokmaya başladığınızı ve “somut”laştırma gayretinizi fark ediyor musunuz?...) Bu fizikçileri şaşırtan bir durumdur. Çünkü bu bakış açısına kadar ki bakış açıları onları maddeyi “somut” olarak incelemeye yöneltmekteydi. Ancak şimdi kuantum teorisiyle mikro evrende atomik boyutlarda, maddenin ve ışığın dual yani ikili karakteri kabul edilmektedir. Kuantum teorisi ile “somut!!” olarak bilinen madde bazen dalga karakterine bazen de tanecik karakterine bürünmektedir ve aynı ikili karakter ışık için de gözlemlenmiş ve ışık bazen tanecik yani foton gibi bazen de dalga gibi davrandığı anlaşılmıştır.

Fizikçi Nick Rubert, dünyayı sadece baktığımız zaman madde görüntüsü veren, aslında durmaksızın akan bir dalga çorbası olarak tanımlarken, Karl Pribram ise tüm duyu organlarının mercek sistemine göre çalıştığını belirtmiş ve bu mercek şeklindeki çalışma sisteminin ise "dalga çorbası" diye tanımlanan evreni o boyutu ile algılanmasının hayli güç olduğu bildirmiştir.
Yani Karl Pribram'ın ifade etmek istediği ve bizleri Rubert'in açıklamasına yönlendirdiği nokta şudur ki; bizim algılama sistemimiz 5 duyu ile kayıtlı olmasından dolayı algıladığımız evren bize somut madde görüntüsü vermekte ve biz de bunun ötesini algılayamamaktayız. Ancak bu kayıtlılıktan çıktığımız da göreceğiz ki, evren somut maddeden ibaret değil. Bu şekilde düşünmekle de bizler için “somut” olarak kabul edilen madde kavramı hükmünü yitirmeye başlayacaktır.

Kuantum teorisinin anlatmak istediğini anlamaya ve anlamlandırmaya çalışırken beyinler, yeni bir teori ile tanıştılar. O da “string” yani “sicim” teorisidir. Sicim teorisi kuantum teorisini bir adım daha geliştirerek, bildiğimiz evrenin bir frekanstan yani bir titreşim okyanusundan oluştuğunu açılayıp, dalga-parçacık ikilemesinin ötesine geçer. Maddeyi hem dalga hem de parçaçık olarak açıklayan kuantum teorisi, sicim teorisine göre “somut” kalırken, sicim teorisi ile “soyut”a yani sonsuz anlam âlemine doğru emin adımlarla ilerlenmektedir.

Bu noktada da artık kafamızdaki “somut”tan bahsetmek ne kadar gerçekçi olur, onu da bilemem. Ancak ressamın çizdiği sınırsız ve sonsuz anlamları içeren bir resimde hiç şüphesiz sicim teorisi de yine bir şekilde “somut” bir anlamlandırma olarak kalacaktır. Yani “soyut” ve “somut” içinde olduğu boyuta göre isimlenir ve bilinçli olarak farkedilen “somut” olarak nitelendirilebilir. Bu bakışla “soyut” olan da bilincimizde anlamlandıramadığımız, farkedemediğimiz olacaktır.

Bu bilgiler doğrultusunda kendimizi ve karşımızdakilerini nasıl somutlaştırldığımıza bir bakalım şimdi…

Karşımızdaki kişileri madde beden olarak gördüğümüz sürece o kişiyi “somut” olarak algılarız. Ancak o kişiyi tasvir etmemiz de bilindik özelliklerden yola çıkarak olacağından yine “somut” bir gözlem olacaktır. Bizlerin o kişinin tüm özelliklerini bilmemize ve o kişiyi tam anlamı ile değerlendirmemize imkân yoktur. Ne kadar çok isimlerle ve o isimlerin anlamları ile değerlendirme yaparsak yapalım, isimlerin mânâlarını bilindik anlamlarla düşündüğümüz için yine belirli bir somutlaştırma sözkonusu olacaktır. Ne zaman ki karşımızdakini belirli özelliklerle sınırlamadan algılamaya çalışırız, o zaman “soyut” bakış açısına geçmiş oluruz.

Karşımızdaki kişileri ya da kendimizin beden olduğu kabulü, bizi tamamen “somut” bakış açısı içersinde hapseder. Ancak madde beden ötesinde bir “ruh” beden (mikrodalga hologramik yapı) de olduğumuzu düşünmek ve kabul etmek “soyut”a doğru bir seyirin başlangıcıdır. Aslında “ruh” bedenin de ötesinde bir “bilinç” varlık olduğumuzun kabulü ve bu yöndeki düşünce ve yaşayış, “soyut” dünyasındaki seyri daha da anlamlı kılmaktadır. Bu bilinç varlık bakışı ile bakıldığında da ruh beden bakış açısı “somut” hükmündedir. Yani, ruh beden kabulü bile bilinç beden kabulüne göre “somut” bir anlam içermektedir. Şimdi, “bilinç” varlığımızı biraz düşünelim ve hayâl etmeye çalışalım… Oldukça zorlandığımızı ve bir şekle sokamadığımızı görebiliriz. İşte, “soyut” denilen kavram için açıklayıcı en önemli unsur da “belirli bir şekli olmadığı”dır.

İşte bizim tüm yaşantımız boyunca yaptığımız somutlaştırma çabaları bilmeliyiz ki bizleri hakikâti anlamaya değil tam tersi hakikâtten uzaklaştırmaya iter. Eşyanın yani herşeyin hakikâtini anlamada en önemli adımlardan birisi “soyut bakış açısını” hayatımıza oturtmamızdır. Yani somut maddeden arınma ve bir “hiç” olduğumuzu anlama çabası içinde olmalıyız. 5 duyu ile kayıtlı olan beynimizi beş duyu ötesinde bir bakış açısına yönlendirmemiz yani “soyut” olarak adlandırılan bilinç fonksiyonunun önemini fark edip, “akıl” yönlü yaşamalıyız. Bir “beyin varlık” değil, “bilinç varlık” olarak bize ulaşan bilgileri bilinçli, koşulsuz, önyargısız, evrensel bir bakış açısı ile deşifre etmeliyiz.

Son olarak, yazımı bitirmeden önce sizlerle iki ayrı şiirin birer mısrasını paylaşmak istiyorum. Bu her iki şiirde de somut dünya ile soyut dünya ile ilgili bilgiler mevcut, ama tıpkı yazımın başındaki soyut bir resmi inceleyenlerin bakış açısına bırakıldığı gibi bu iki şiiri de somutluk ve soyutluk açısından sizin bakış açınıza ve değerlendirmenize bırakıyorum.

"Senin içine girdiğim zaman
Dışımda kalıyorsun
Senin dışından bakınca
İçime sığamıyorsun."
(Özdemir Asaf)

"Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpâre geniş bir ânın
Parçalanmaz akışında."
(Ahmet Hamdi Tanpınar)

Pazar, Ekim 07, 2007


YAPAY KROMOZOM (ARTIFICIAL CHROMOSOME)

Yapay zekâ tartışmaları üzerine yapılan filmlerle de güncelliğini korumaya devam ederken, 7 Ekim 2007 tarihli hemen hemen tüm gazetelerde yeni bir yapay araştırma gündeme oturdu: “Yapay Kromozom”un elde edilmesi… Önce gelin bundan tam 10 yıl önce yapay kromozom çalışmaları ile ilgili fikirlerini paylaşan Craig Venter’a yapay kromozomu elde edişin başlangıç hikâyesini, Eylül/Ekim 1997 yılında Scientific Watch’a verdiği röportajdan Türkçeye çevirdiğim bazı önemli kısımları okuyalım:

J. Craig Venter DNA uzmanının başkanlığındaki Genom Araştırma Enstitüsü (TIGR), yapay kromozom elde ettiler. Bu konuda Venter’la yapılan Eylül/Ekim 1997 yılında Scientific Watch’a verdiği röportajdan Türkçeye çevirdiğim bazı kısımları sizlerle paylaşmak istiyorum:

Fikir esas olarak koromozomları sıralamaya çalışmada ve sıralamada ve daha sonra da datayı yorumlamada ortaya çıktı. Esas olarak, henüz bu sıralamayı yorumlayacak ya da çözebilecek yeterli bir software program veya bilgisayarlı bir yaklaşım yoktu. Çünkü koromozomlarımızda sadece DNA’nın %3’ü kadarı genleri çözümler….

…. Sadece basit olarak farkedilen şey: Vücudumuzdaki her hücre bilgiyi nasıl işleyeceğini bilmekte. Kalp geni, tüm genetik kodu gözden geçirip, sadece hangi genler değil hangi genlerin kesin olarak kalbe özgün olduklarını bilmekte; beyin hücrelerimiz, bunu beyin için nasıl gerçekleştireceklerini bilmekte. Belki de fizyoloji altyapısına sahip olduğumdandır, fikir bende çok net ortaya çıktı: “Neden hücreleri bir süperbilgisayar gibi kullanmayalım?”…

… Tüm genomu inceliyorduk ve resmin bütününden yaşam hakkında bir görüş, anlayış kazanmaya çalışıyorduk. Bunu anlayışı bütünü incelemekle değil bir de en küçük genomla(mikoplazma genitalyum) -sadece 470 gendir- ele aldık… ve gördük ki; eğer bu 470 genin yaşamı oluşturmada nasıl birlikte çalıştığını daha anlamayamıyorsak, insan genomundaki 60.000 geni nasıl anlayabileceğiz?..

Oluşturduğumuz takımla mikoplazma genitalyum (mycoplasma genitalium) genlerinden her biri üzerinde hangisinin yaşam için özellikle gerekli olduğunu bulmaya çalışıyoruz. Belki bu genlerden 100 tanesini göz ardı ettik ve ulaştığımız şey halâ bir yaşayan organizmaya sahip olduğumuz. Bunu denemek için, geri kalan 370 genle yapay kromozom elde ederek gerçekten de yaşam oluşturup oluşturmadığımızı göreceğiz. Eğer bunu minimalist boyutta gerçekleştirebilirsek, daha da ilerleyip, meselâ 2.000 gene sahip olan Haemophilus gribini anlayabiliriz
….”

Tarih 7 Ekim 2007… Tam 10 yıl sonra Craig Venter, genetik şifrenin okumaktan yazılmaya doğru gidildiğini belirterek, yapay kromozomun kimyasal malzemelerle 580 bin çift genetik şifre içeren 381 geni birbirine ekleyerek elde ettiğini ilân eder. “Mycoplasma laboratorium” adı verilen sentetik kromozom daha sonra yaşayan bir bakteri hücresine yerleştirilmiş ve hücrenin kontrolüyle yeni yaşam biçiminin etkilerinin gözlenmesi sürecine geçirilmiştir.

Yapay kromozomu anlatırken Craig Venter’ın söylediği çok önemli bir cümle var; “genetik şifremizi okumaktan yazmaya doğru gidiyoruz.” Gelin şimdi bu cümlenin anlamını düşünelim…

Önce kromozom kelimesi bize ne ifade etmekte ona bir bakalım… Bir sitoplazma ve çekirdekten oluşan hücrelerden meydana geldiğimizi biliyoruz. Çekirdeğin içinde ise ipliksi parçalar “kromozom” adı almaktadır.Kromozomlar da DNA zinciri ile ‘‘histon’’ denilen protein zincirinden oluşur. DNA zincirleri de proteinleri sentezlemekle görevli ‘‘gen’’ adı verilen birimlerden oluşur.

Bedeni makro evren kabul edip, bir zumlama (zoom in) ile içsel bir seyre dalarsak, kromozonun yerini farkedebiliyor muyuz? Beden, bedeni meydan getiren hücre grupları ve hücreler, hücreyi meydan getiren sitoplazma ve bir çekirdek, çekirdeğin içindeki kromozom ve kromozomun oluşumundaki DNA zinciri ve protein zinciri…ve daha da ötesi…

İşte belki de bu seyri farkediş bizler için bir OKUmadır. OKU’nup, anlaşılarsa da özümsenerek yazılabilir. Venter ve ekibi belli ki kromozomları OKU’muş, yani hücre ve kromozomun yapısına vakıf olarak, “hayy” isminin anlamını yapay kromozomu gerçekleştirerek ortaya koymuş… Ancak başka bir açıdan da baktığımızda, bir hücredeki genlerin saysız bilgiler içerdiğini düşünürsek eğer, yazılanlar OKU’nulacakların yanında tıpkı bir kromozomun sonsuzluk seyrindeki noktalardan bir tanesi gibi gözükmektedir. OKU’nacak ve yazılacak sonsuz oluşumlar ve manâlar içinde önemli bir anlamı olan mikron boyutundaki kromozom hakkındaki bu çalışma, şüphesiz sistemi anlamada ve anlamlandırmada atılan dikkat çekici adımlardan bir tanesi.