Perşembe, Temmuz 10, 2008

SEZGİ (INTUITION) 3. BÖLÜM

“Sezgi” adı altında anlatılmak istenenin neye işaret ettiğini, nasıl bir mekanizma olduğunu, moleküler boyutta anlamlandırmaya gayret edelim ve gelin, fetusun oluşumundaki ilk safhalara doğru bir seyre çıkalım…

Weill Cornell Medical College’da bir grup bilim insanı, nöronların sinir uyarılarını taşıyan nöron uzantısı olarak bilinen aksonların, hücre çekirdeğindeki yazılımı nasıl etkilediğini belirlemişler. Dr Jaffrey, bu durumu detaylı olarak şu şekilde anlamakta:

“Gelişen fetus doğumdan sonraki evreye göre çok daha fazla nöron taşımakta, ve bu yeni oluşmakta olan nöronlar, uzun dallar şeklinde aksonları belirli bir hedefe mesela ayağa ya da göze yollarlar. Aksonlar-nöron uçları hedefe ulaştığında, (belki bu uzaklık hücre çekirdeğinden santimetrelerce uzağa) hedef dokudan sinir büyüme faktörü (Nerve Growth Factor) diye bir sinyal alırlar. Pek çok akson ulaşılması gereken hedefe ulaşamaz ve bu yüzden de nöronlar önceden belirlenmiş bir program dahilinde ölürler. Hedefe uygun olarak ulaşan aksonlar ise sinir büyüme sinyalini alır -“hayır sen başardın, yaşayacaksın” sinyalidir- ve yaşaması için nörona iletilir. Burada önemli olan diğer bir nokta da, aksonların ucunda büyüme konisinin tespit ettiği bu kritik bilginin tekrardan hücrenin kumanda merkezi olan çekirdeğine geri nasıl iletildiğidir.”
(Daha detaylı bilgi için; SEYR NO:11, http://ayliner.blogspot.com/ )

Nöron hücresinin “beden” adlı sistemde yaşamını ve bu yaşamda nasıl bir işlevi olacağını belirleyici unsurun, bir nöron için uzak(!) olarak kabul edilen bir noktadan OKU’nan bilginin bir okuyan tarafından (nöronlardaki aksonlarda bulunan bir “protein”adı ile) okunmasının bir örneğini OKUduk. Nöronun içinde bulunduğu sistemi deşifresini, bu “OKU’yuş”unu “sezgi” adı altında ve nöronun uzantısı olan aksonların içerisindeki proteini de bu sistemi “okuyan”,“sezen” adı altında anlamlandırabiliriz düşüncesindeyim.

Bir diğer örnek ise, bu noktadan daha da derine yöneltmekte bizi. “Telepatik genler” adı altında açıklanan bu araştırmadaki bilgiye bir göz atalım şimdi de…

“Yeni bir araştırmaya göre; genler, herhangi bir protein ya da işlem destekleyen biyolojik moleküller olmadan belirli bir mesafeden birbirlerindeki benzerlikleri fark edebilme becerisine sahip oldukları ortaya çıkmıştır. Bu çalışma ile yüzlerce kimyasal baz çiflerine sahip olan daha uzun DNA dizilimlerinin, birbirini taşıdıkları tamamlayıcı elektrik şarj kalıpları ile tanımladıklarını herhangi bir protein katkısı olmadan birbirlerini tamamen tanıdıkları gözlemlenmiştir. Bu araştırmayı yapanlardan Imperial College London’da çalışan Prof. Alexei Kornyshev, ekibinin ulaştığı bu sonuç hakkındaki duygularını şu şekilde ifade etmekte: “Herhangi bir dış yardım olmaksızın kalabalıkta birbirlerini arayan benzer DNA moleküllerini görmek oldukça heyecan verici!. Bu, benzer genler için karmaşık birleştirim işlemine herhangi bir protein ya da diğer biyolojik etkenler olmaksızın başlamasını sağlayabilecek itici bir güç olabilir!.”
(Daha detaylı bilgi için; SEYR NO: 48, http://ayliner.blogspot.com/ )

Buradaki araştırma ile de, “sezgi” adlı mekanizmaya bakış açımız daha farklı bir boyut almakta… “Gen” adı altındaki yapının “protein” ya da herhangi bir biyolojik moleküler yardım olmaksızın, taşıdıkları elektrik şarj kalıpları yoluyla, “yaydıkları elektrik” ile birbirlerini OKU’yarak, tanımlayıp, BİR araya gelerek sistemdeki işlevlerini ortaya koymaktalar.

Sonuç olarak, bu iki bilimsel örnek belki bizlere biraz olsun “sezgi” konusunda farklı bir bakış açısı sağlamıştır… Aslında bilimsel örneklerden de ortaya çıkan nokta; “quantum interconnectedness” adı ile bilim insanlarınn da anlatmak istediği, ayrı ayrı bir gözleyen ve bir gözlenenin olmadığı, kendinden kendine sistemi OKU’yuşun olduğu noktasıdır, ki bu da;TEK’in seyri!...


Perşembe, Temmuz 03, 2008


SEZGİ (INTUITION) 2. BÖLÜM

“Sezgi”yi incelemeye, “sezgi” kelimesi ile anlatılmak istenenin ne olduğunu anlamaya çalışarak başlayalım… Öncelikle, Türkçe’deki “sezgi”kelimesinin kullanımını inceleyelim: “Sezgi” kelimesini kullanırken “sezgi” ile birlikte “sezgi geldi”,“sezgi aldım” gibi kelimeler kullanmadığımızı belki de dikkat etmişizdir. O zaman, “sezgi” adı ile işaret edilenin “alınan” ve “verilen” bir şey olmadığını fark etmiş oluruz.”Sezgi alınmaz!”, ve “sezgi verilmez!”. Bir “alan”, bir de “veren” yoktur!. Yani, “sezgi” ile anlatılmak istenen işleyişin ortaya çıktığı BİR mahal, BİR bilinç vardır… Sezgi’nin Türkçe’deki kullanımını şimdilik burada bu noktada bırakıp, İngilizce’deki kullanımlarına bir de göz atalım:

“Sezgi” kelimesinin karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan kelime ve eş anlamlarına geçmeden önce yabancı yayınlarda “sezgi” kelimesinin hangi anlamda kullanıldığı konusunda dikkatimi çeken bir noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Sezgi” kelimesi yabancı kaynaklarda genellikle geleceğe dönük olayların algılanması yani bir bakıma gelecekten haber alma şeklinde bir manada düşünülmekte ve incelenmektedir. Ancak, yaptığım araştırmalar sonucunda diyebilirim ki; bu çok dar görüşlü, 5 duyu çerçevesinde değerlendirilen bir bakış açısı olup, “sezgi” kelimesi ile ifade edilmek istenen mekanizmanın yakınına bile yaklaşamamaktadır!...

Öyle ki, sadece en basit anlamda İngilizce’de “sezgi” için kullanılan kelimelerden bir tanesini bile dikkatle incelediğimizde, bize işaret ettiği mananın ipuçlarını vermektedir bile!: İngilizce’de, “intuition” kelimesi Latince’deki “intueri” kelimesinden gelir ve “içe bakmak” anlamında ve sezgiyi ifade etmede en fazla bu kelime kullanılmaktadır. “Sezgi”nin neye işaret ettiğine bizi götürebilecek olan “intuition” kelimesinin Latince karşılığı olan “intueri”’nin anlamı ve eş anlamlısı olan “insight (içgörü)” kelimesinin yapısını incelediğimizde de karşımıza şöyle bir anlam çıkmakta; “in” öneki, “iç-içsel” ve “sight (görüş)” kelimesinden oluşmakta. İçselin görülmesi!, İçe bakmak!... Ne demek acaba, içsel olanın görülmesi etimizin derine inip baktığımızda gördüklerimiz mi? yoksa onun ötesi bir görüş mü? BİRşeyin görülmesi!... Ama O şey ne ve nasıl bir görüş?...

O zaman, sezgiyi anlamada “içe yönelik” bakmak belki de şu şekilde olabilir: “İçsel” diye adlandırdığımız, tasavvuftaki anlatım ile birimin “derunundaki hakikâti” ve o hakikât ile anlatılmak istenen manaların, “basîr” isminin işaret ettiği mana ile ortaya çıkması ki, bu “basîr” ismi ile anlatılmak istenen “görme”, beden gözü ile görme değil, derunundaki hakikâti algılama ve idrâk etme şeklindeki bir deşifredir. Dolayısıyla, bu tür bir algılama, basit anlamda 5 duyu ile kayıtlı bir zaman ve mekân dilimi içinde bir görüş, bakış ve hissediş şeklinde olmayıp, 5 duyu ötesi bir bakış, bir OKU’yuş şeklinde olmalıdır…

Peki, o zaman bu OKU’yuş nasıl olmalıdır? “İnsan” adlı birimin kendindeki hakikâti algılaması ve dışında(!) olarak algıladığı sistemi, deşifre etmesi yani sezmesi ne şekilde olabilir? Bana göre, fizik beden içinde yaşamını sürdüren bilinç, kendindeki güçlerin-kuvvelerin farkında olarak ve onların nasıl birer işleve sahip olduklarını çözümleyerek işe başlamalıdır. Böylelikle de, “sezgi” ile anlatılmak istenen mekanizmanın anlamı deşifre edilebilinir… O zaman, başlangıç noktamız “sezgi”nin “insan” adlı birimde nasıl ortaya çıkmakta olduğunu incelemek olmalı. Ne dersiniz?...

(Devam edecek…)

Pazar, Mart 23, 2008

SEZGİ (INTUITION) I. BÖLÜM

“Büyük bir ormanın içerisinde kaybolmuş bir kör, sağda solda dolaşıp dururken ayağı takılır ve düşer. Düştüğü yeri yokladığında bir kötürümün üstüne düştüğünü anlar. Sonra aralarında konuşmaya başlarlar. Kör, günlerdir ormandan çıkmaya çalıştığını ama bir çıkış yolu bulamadığını söyler. Kötürüm de aynı durumda olduğunu, kalkıp gidemediğini belirtir. Daha sonra kötürümün aklına şu gelir: “Sen, beni sırtına al, ben de sana nereden gideceğimizi söyleyeyim. Böylece ikimiz de rahatlıkla ormandan çıkabiliriz.”der.”(Dr.Zülfikar Özkan, Bilincin Gücü)

Bu eski hikâyede kör aklın, kötürüm ise sezginin simgesidir. Bilim insanlarınca gerçekleştirilen her deney, araştırma ya da düşüncede akıl ön planda tutulmuş, sezginin gücüne ve kudretine fazlaca önem verilmemiştir. Ancak, zamanla özellikle son on yıldır, bilimin ürünleri olan güncel bilimsel teoriler, (hologram tekniği, kuantum teorisi, string teorisi gibi..) sezginin, aklın yanı sıra bilinçlerden ortaya çıkmaya başladığının işaretleridir. Bu noktada, ünlü bilim insanı Albert Einstein’ın sezgiye dair sözü, düşünen ve hakikatinin ne olduğunu bulmaya yönelen beyinler için “ilham” verici nitelik taşımaktadır: “Sezgisel Akıl (Intuitive Mind) kutsal bir armağan, Mantıksal Akıl (Rational Mind) ise sadık hizmetkârdır. Bizler hizmetkârı öven ve “kutsal armağanı” unutan toplumlar yaratıyoruz.”

Fizik-madde boyutunda baktığımızda, beyin ve beyinin akıl fonksiyonu, “insan” adlı birim için çok önemlidir. “Akıl-zihin” diye adlandırdığımız beyin fonksiyonunun eş anlamına baktığımızda, bizi “hafıza-bellek” kelimelerinin işaret ettiği anlamlara yöneltir. “Akıl” bir bakıma “hafıza” dediğimiz; bilgileri toplama, depolama, anımsama diye adlandırdığımız sistem içerisinde çalışmaktadır. Bu bilgiler, veritabanımızda 5 duyu, genetik ve kozmik tesirler yoluyla kaydedilmekte, depolanmakta ve anımsanmaktadır. Bu şekildeki bir işleyişte beyne “yeni” olarak adlandırdığımız her fikir, bu süreçlerden geçerek, bizde mevcut olanlar ile kıyaslanıp (analiz-sentez), etiketlenir. İşte bizler, bu işlemi gerçekleştiren beyinleri de “akıl” fonksiyonunu kullanan birim olarak algılarız.

Bu konuda, “Mantıksal Akıl” hakkında Shakti Gawain, “Living in the Light” adlı kitabında bakın ne diyor: “Mantıksal akıl, bir bilgisayar gibidir. Bilgiyi işler ve bu bilgiye dayalı mantıksal sonuçlar çıkartır. Ancak mantıksal akıl sınırlıdır. O, sadece kendisine ulaşan bilgi doğrultusunda işlem yapabilir. Bir başka deyişle, mantıksal akıl tüm yaşamımız boyunca edindiğimiz tecrübelere dayalı olarak işlem görür.”

“İnsan” adlı birim için “akıl” yadsınmayacak kadar önemli bir fonksiyondur. Ancak, yazar Gawain’in de açıklamasında olduğu gibi; “akıl” kişiyi bir bakıma da sınırlayan bir bilgi işletim sistemidir. Sadece edinilmiş bilgiyi en doğru şekilde işleyen bir mekanizmadır. Sınırlıdır bu yüzden!!! Ötesine geçemez!!!... Tıpkı bilim insanlarının görünenden, bilinenden yola çıkarak,“insan”lık için keşfettikleri ve yaptıkları tüm deney ve çalışmaların bir noktada sınırlı kalması gibi…

İşte bu noktada, belki Einstein’ın dediği gibi bizlere bahşedilmiş, bu çok değerli armağanı,
“akıl ile sınırlı insan” olmanın ötesinde tüm bu keşfedilmişliklerin, giz’li hazinelerin anahtarını belki de kullanmamızın vakti gelmiştir.

Bu anahtar, bu çok değerli armağanı anlamlaştırmada ilk önce yine Gawain’in tanımlamasını okuyarak başlayalım: “Sezgisel Akıl, sonsuz bilgi erişimine sahiptir. Sezgisel Akıl, Mutlak Akıl’ın iliminin ve hikmetinin yansıtma mekanizmasıdır. Ayrıca ne zaman, neye ihtiyacımız olsa, Sezgisel Akıl ile edinilen bilgi bizlere ışık tutar. Eğer bizler, Mutlak Akıl’dan bize yansıyan bu sonsuz bilgi ve hikmetin bizlere rehber olmasına izin verirsek, o zaman göreceğiz ki; sonsuz sınırsız seyr etmekteyiz.”

Dr. Zülfikâr Özkân da “Bilincin Gücü” adlı kitabında “sezgi” hakkında şunları ifade etmektedir: “Sezgi, mantıklı adımlarla ilerlemez ve mantık yürütmez. Anında ve doğru olarak bilgiye ulaşır. Sezgi yolu ile edindiğimiz bilgiye beş duyu ile ulaşamayız. Sezgi, deneye dayalı bir yöntemle bilgi toplamaz. Sezgi, insanın bilincini sınırsız bir şekilde yükseltir.”

Şimdi de tasavvuf ehli İmam Gazali’nin sezgi hakkındaki fikirlerini okuyalım: “İnsan bilgi yolunda duygulardan da akıldan da yararlanabilir. Ancak, bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini vermez. Zira, gerçek ve kesin bilgi “sezgi”yoluyla elde edilir. Bu bilgi türü insanın gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner.”

Buraya kadar ki bilgileri toparlarsak... 5 duyu çerçevesinde değerlendirme yapan “insan” adlı birimin akıl fonksiyonu, makro ve mikro kozmosta görünen ve algılanan bilindik evreni değerlendirmesi ile sınırlı kalırken, sezgi ile aklın geldiği noktadan yani birimsellik noktasından (madde beden ya da “ruh” adlı mikrodalga beden) ilerleyerek, madde ötesi şuursal değerlendirme ile sınırsız, özden gelen bir akışla seyr söz konusu olabilmektedir.

Bu noktada, bilim insanları “sezgi”yi daha iyi anlamlandırmak için yine akıldan yardım alırlar ve bir dizi deneyler yaparlar: Bunlardan bir tanesi; rahibelerle birlikte gerçekleştirdikleri deneyler sonucunda rahibelerin, tanrıyı düşündüklerinde ve hatırladıklarında beyinde 6 değişik bölgenin güçlendiğini yani aktive olduğunu görürler. Caudates çekirdeğinde çoğalan aktiviteler, aşık olma (koşulsuz sevgi-ilâhi aşk), öğrenme ve hafızada önemli bir role sahip olan beynin küçük merkezi kısmı, vücudun sezgi ve sosyal duyularını belirleyen beynin insula kısmı, bir tecrübenin hoşnutluğunu belirleyen medial orbitofrontal kortex, duygusal farkındalığı belirleyen medial prefrontal kortex ve orta temporal lop. (daha detaylı bilgi için Nöroteoloji-Neurotheology” adlı yazıyı okuyabilirsiniz) Bir diğer deney ise, deneklere noktacıklardan oluşan motiflerin gösterilmesi ve 40 milisaniye sonra hangisinin bir objeyi gösterdiğini bulmalarının istenmesidir. Zaman kısıtlığından dolayı denekler, sezgilerinden hareket ederler ve 20-30 motiften sonra verilen yanıtlar genelde doğrudur. Bu sezgisel hareketin beyin tomografisinin incelenmesi doğrultusunda, nöronların en çok medial orbitofrontal kortekste etkin olduklarını gözlemlerler. Bu bölge göz boşluğunun üzerinde, alnın arkasında yer almaktadır.

Ancak, belki de farkına varılması gereken nokta; her ne kadar fiziki boyutta beyin, madde ötesi şuursal boyutu algılamamıza araç olsa da “sezgi”yi beynin belirli bölgelerinden yola çıkarak anlamlandırmak, “sezgi”yi anlamamızı sınırlamaktan öte gitmez. Bu düşünceden yola çıkarsak eğer acaba hiç düşündük mü?: Bethoveen, duyma yetisine sahip değilken, nasıl bu kadar eşsiz müzik parçaları besteleyebilmiştir? Görme yetisi olmayan ressam Eşref Armağan, görmeden nasıl resim yapabilmektedir?? 5 duyunun ötesinde sınırlı bir frekans skalası içerisinde duyamayan ve göremeyen kişiler, nasıl bu kadar yaratıcı olabiliyorlar acaba? Bu gibi örnekler bizleri, akılın ötesi bir değerlendirmeye, sezgiye doğru yönledirmiyor mu?

Bilim, hologram tekniği ile birlikte evrenin aslının bir hologramdan ibaret olduğunu açıklamaktadır. Tıpkı tasavvuf ehillerinin de bin yıllar öncesinden bu gerçeği “Alemlerin Aslı Hayâldir” diye ifade etmeleri gibi. Araştırmacı-Yazar Ahmed Hulûsi de, İnsan ve Sırları kitabının “Alemlerin Orijini Hayâldir” kısmında tam bu noktada şöyle demektedir: “…Alemler tümüyle hayâlden başka bir şey değildir!..” demişlerdir. Bunu kavrayabilmek, tamamıyla bir «zevk» işidir. Yani sezgi yoluyla, bu gerçeği algılayıp, bunu yaşayabilme işidir…”

Sonuç olarak, insanın hakikatini tanımada aklın önemi büyük. Ancak, belki de akıl ile sınırlı birimler olmadığımızı da anlamanın zamanı gelmiştir.

Perşembe, Şubat 28, 2008


YERÇEKİMİ (GRAVITY)

Bütün hayatı boyunca yerçekimi, karadelikler üzerinde çalışan Stephen Hawking dahil pek çok insan son birkaç yıldır merkezi Florida’da bulunan uzay turizm ve eğlence şirketi sıfır yerçekimi kuruluşunun (Zero Gravity Corp) düzenlediği uçuşlara katılıp, kısa bir süreliğine de olsa yerçekimi kuvvetinden kurtulamanın dayanılmaz zevkini tadıyorlar… Peki ama yerçekimi nedir ve etkileri nelerdir ki, yerçekimi kuvvetinden kurtulmak bu kadar zevkli geliyor?

“Yerin çekimi” dediğimizde “yer” bir anlamı ile bildiğimiz dünya-madde alanı diğer yandan “madde beden” yapımız, “çekim” ise bir “enerji-kuvvet” demektir. Diğer yandan “yerçekimi” ingilizce olarak “gravity” kelimesi ile ifade edilmektedir. İngilizce kelimenin de incelenmesini yaptığımızda “grave” kelimesi ile karşılaşıyoruz. O da türkçeye çevirdiğimizde “kabir-mezar” anlamına işaret etmektedir. Böylelikle, karşımıza “birimi madde dünya/bedene- ki bu beden mezar/kabir olarak da ifade edilmekte- çeken güç” bir anlamda!!!…

İlk kez bilim insanı Newton tarafından ortaya konulan “yerçekimi kuvveti” daha sonra Einstein ile farklı boyuta ulaşarak günümüzdeki son bilimsel kuramlardan kuantum teorisi-sicim teorileri ile farklı bir boyut kazanmıştır. O zaman “yerçekimi” kelimesini Newton’un açtığı kapıdan geçerek, sicim teorisine uzanan yolda hem bilimsel, hem de felsefik olarak birlikte inceleyelim.

Newtona’a göre yerçekimi kuvveti, cisimleri dünyanın merkezine doğru çeken kuvvettir. Bir cisme etki eden kuvvete o cismin “ağırlığı” denir. Hız verilmeden yüksekten bırakılan cisimler, ağırlıkları nedeniyle yere doğru hareket ederler. Ağırlık, çekim kuvvetleri sonucu oluşan bir büyüklüktür. Cisimleri harekete geçirebilmek için kuvvet uygulamak gerekir. Düşen bir cismin hızının artış hızı cisim düştüğü sürece her geçen saniyede aynı miktarda artar. Yeryüzü merkezinden uzaklaştıkça cisimlerin ağırlığı azalır.

Birimler kendinlerini sadece “madde beden” sanısı ile tanır ve kabul ettiklerinde, tüm yaşam madde bedene yönelik olarak yaşanmaktadır. Bu da birimden ortaya çıkan her fiil ve o fiili oluşturan her bilgi- düşünce madde bedene dönük olarak ortaya çıkacaktır. “Maddeye dönük yaşam” demek, maddenin çekim alanı içinde olmak demektir. Ne kadar çok maddeye dönük düşünce ve fiiller ortaya koyarsak ,o kadar çok madde bedenimiz ağırlaşır!!! Bu, veritabanımızdaki “madde beden” olduğumuz sanısından kaynaklanan duygu ve düşüncelerin sürekli beslenerek çoğalmasıdır ki, bu da bizim düşüncelerimizde ve duygularımızda ağırlık kazanacaktır. Ancak birimler, kendilerinin sadece madde bedenden meydana gelmediklerini “ruh” adlı hologramik dalga bedenlerinin de olduğunu ve daha ötesi bir “bilinç” varlık olduğunu fark etmeye başladıkları zaman, bu bilgiler doğrultusunda ortaya konan her düşünce ve davranışla birlikte madde beden ve onun getirilerinin ağırlığından sıyrılmaya başlayacaklardır.

Birimler, düşünce gücünü ya da akıl denilen zihinsel fonksiyonlarını yeterince kullanmadıkları, aktive etmedikleri durumlarda, veritabanlarındaki şartlanma ve değer yargıları ve onların getirdiği duyguların oluşturduğu düşüncelerin ağırlığı, yoğunluğu ile hep bedensel çekim alanı içinde kalır ve o yönde hareket ederler. Bu bedensel çekim alanından kurturacak kuvvet, yine kendilerinden ortaya konulacak yepyeni bir düşüncenin oluşturacağı kuvvettir ki, bu kuvvet ile bedensel dürtülerin çekim kuvvetinden sıyrılabilinsin. Bu kuvvet, birimin hakikatini tanıma inancı ve isteği ve bu istek doğrultusunda ortaya koyacağı fiillerdir. Ancak, bu çok kolay bir aşama değildir ve unutmamak gereken bir nokta da, birimin madde dünyasının ve dolayısıyla madde bedenin her zaman, her an madde bedene yönelik fiiller ortaya koyabilme potansiyelin kendisini bekliyor olmasıdır. Eğer bir kere birim kendini madde dünyası ve madde bedenin istek ve arzularına kaptırdı mı, zaman içerisinde veritabanından kaynaklı aldanmalarla daha da çok bu düşünce ve durum batağına saplanır ve hızla da saplanmaya devam eder.

1998 yılında başrollerini Meg Ryan ve Nicholas Cage’in oynadığı “City of Angles” (Melekler Şehri) adlı filmde bu yukarda anlatmak istediklerim, sembolik olarak bazı sahnelerde de anlatılmaktadır. Mesela, meleklerin yüksekte oturması ve yerin yani dünyanın çekim alanında olmadıklarının sembolik bir gösterimidir. Ayrıca içlerinden bir meleğin, “insan” adlı bir birime aşık olması ile O’nunla birlikte yaşama arzusu, O’nun yeryüzüne inmesi ile olmaktadır ki, bu da filmde meleğin kendini yüksek bir yerden serbest düşüş ile yerçekimi kuvvetine kendini bırakması şeklinde ifade edilir. Meleğin yeryüzüne inmesi- madde bir bedene sahip olması ile gerçekleşir ve bu madde bedene sahip olduğunu da, meleğin yere düşmesinden sonra madde bedenin getirisi olarak, hemen kendisinden ortaya vücudunda bazı noktaların kanaması ve yere düşmenin verdiği ağrılar şeklinde çıkar.

Ancak, maddeye yönelik çekim gücü, Einstein ile farklı bir boyut kazanmaktadır. Einstein, uzayın dokusuna bakmış ve insan vücudunun yapıtaşlarıyla bir benzerlik olduğunu düşünmüştür. O’na göre uzay, statik değildir ve eğilmeler ve bükülmeler mevcuttur. Einstein, maddelerin sahip olduğu enerji dalgalarının zaman-uzay ekseninde ele aldığında, yerçekimi denilen kuvvetinin dalgasal olarak, belirli dalgalanmalar, salınımlar yaparak, ışık hızı ile aynı hızıda bir noktadan diğer noktaya seyahat edebildiğini söylemektedir. Bu da kuantum teorisi ile başlayan ve günümüz biliminde şimdilik gelinen en son nokta olan sicim teorisi ile de çok rahat açıklanabilmektedir. “Yerçekimi kuvveti” denildiğinde maddenin maddeye uyarlanan kuvvetinden bahsedilirken kuantum teorisi ile bilindik evrenin hem dalga hem de parçacıktan oluştuğu ortaya atılmış ve sicim teorisi ile de evrenin titreşimlerden meydan geldiği ortaya konmuştur. Bir başka deyişle, madde bakış açısından farklı olarak ortaya konulan teorilerle yerçekimi kuvveti de madde çekim gücünün ötesinde dalgasal enerji ve bu dalgasal enerjinin titreşim frekansı ve çekim gücünden bahsedilmektedir.
http://www.youtube.com/watch?v=tpbGuuGosAY&feature=related

Tıpkı Einstein’ın Newton’un açtığı yoldan ilerlediği gibi bizler de madde beden yapısından “ruh” adlı hologramik mikrodalga beden yapısına ulaştığımızda, farkedeceğiz ki, madde beden yapısı dünya boyutu içerisinde işlevini yerine getirirken, “ölüm” denilen olayla madde beden- yerçekimi kuvveti dünya boyutunda fonksiyonunu yitirip, “ruh” adlı mikrodalga bedenle yaşamına devam edecektir. Ancak bu noktada ilginç bazı önemli unsurları da göz ardı etmemek lazım…

Evrende pozitif ve negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı aynı zamanda kütleye eşittir. Çünkü kütle çekim gücü negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye enerji de maddeye dönüştüğünden pozitif negatife, negatif pozitife dönüşür.

Bu noktadan ilerlediğimiz de, madde beden sanısı içersinde yaşamını sürdüren ve tüm yaşamı boyunca madde bedenin istek ve arzularına dönük yaşayan ağırlaşmış(!) birimler, bu yaşantısını aynıyla “ruh” adlı hologramik mikrodalga bedene yüklerler, dolayısıyla dalga bedenleri de aynı düşünce ve duyguların oluşturduğu ağırlığa sahip olur. Bu da belki bilimsel olarak negatif enerji diyebileceğimiz bir şeklide açıklanabilir. İşte bu dalga bedenin ağırlaşması, tıpkı madde bedenin yerin çekim gücünden kurtulamaması gibi, ölüm ötesi boyutta da dünyanın çekim gücünden dalga bedenin bir katmanı olan antiçekim dalgasının birimden ortaya çıkamamasından dolayı otomatik olarak kurtulamayacaktır. Çünkü kendisinde bulunan enerji katmanı dahilinde, tüm hayatı boyunca bedene yönelik yaşamın getirisi olarak negatif enerji üretmiş, pozitif enerji üretememiş ve hareket gücüne sahip olamamıştır. Bundan dolayı da çekim alanından kurtulamamış olacaktır. Bu çekim alanından kurtulamamak da birimin bir bakıma kabri-mezarı bu olacaktır.(Bu konuda daha detaylı bilgi için: http://ahmedbaki.com/turkce/kitaplar/evrensel/evrensel10.htm )

Birim, kuantum teorisi ve sicim teorisinin anlatmak istediğinden yola çıkarak, madde beden sanısını bir taraf bırakıp, hakikatinin bir “bilinç” varlık olduğunu anlayıp, bu yönde yaşamına yön verebilirse, bir nevi kuantsal bakış açısı ile yerçekimi kavramından sıyrılıp, var kabul ettiği bedensel varlığının hükmünün geçerli olmadığı bir bilinçsel seyre dalabilir.

Yine bu tarz bir yaklaşımı başrolünü Jodie Foster’ın oynadığı “Contact” adlı filmin en etkili sahnesinde görebiliyoruz. Bilim insanı bir uzay mekiğine konuyor ve fırlatılıyor. Bilim insanı bedensel olarak dışardan gözleyenlere göre mekikte hiç bir yere gitmiyor ve mekik yerçekimi kuvveti ile çok kısa bir zaman içerisinde yere düşüyor. Ancak, kendisi bir bilinç seyri yaşıyor ve o bilinç seyrinde solucan deliklerinden geçip, karadeliklerden akdeliklere, galaksilerden galaksilere yolculuk yapıyor. Uzay-zaman bükülüyor, dünyanın yerçekimi kuvveti hükmünü yitiriyor.

İşte belki de yazının başında pek çok kişinin yerçekiminden arındırılmış bir mekanda bulunmak istemelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Bedenin ağırlığından kurtulmak, beden ötesi bir varlık yani “bilinç” varlık olmanın dayanılmaz hafifliğini tecrübe etmek!!!... Bunun ilk basamaklarından biri ise bir bakıma Matrix1’de Morpheus’un Neo’ya seslenişinde yatmakta: “FREE YOUR MIND!!!”

Çarşamba, Ocak 30, 2008


HAFIZA II. BÖLÜM

2004 yılında gösterilen “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”, hafıza ve hafızanın silinmesine yönelik bilim insanlarının yaptığı pek çok deneyden etkilenerek yaratılmış bir film. Filmde birbirini unutmak isteyen iki sevgilinin hafızalarından birbirleri ile ilgili anılarını silmek istemeleri ve bunu bir çeşit operasyonla gerçekleştirmeleri yer almaktadır. Filmde ilginç olan, iki sevgilinin hafızalarında birbirleri ile ilgili anılarını sildirmiş(!) olmalarına rağmen, ilk tanıştıkları yere gelmeleri ve tekrar tanışmalarıdır. İşte filmdeki bu son belki de “hafıza”nın hakikatini çözmemizde bize ipucu olabilecek başlangıç noktalarından birisi olup, akla şöyle bir soru gelebilir: Kahramanlarımızın birbirleri ile ilgili olan anıları somut olarak adlandırdığımız beyinde belirli bir bölgede ise, sildirdiklerini düşündükleri bilgileri neden tekrar yaşamaktadırlar? Onları aynı yere, aynı bilgileri tekrar yaşamaya acaba RUHları mı sürüklemiştir???... Bu soruyu şimdilik bir kenara bırakıp, diğer bir başlagıç noktası sayılabilecek bir deneye göz atalım…

Nöropsikolog Karl Lashley, fareleri bir labirent içinde koşturmak gibi çeşitli görevleri yerine getirmek üzere eğitir. Daha sonra, farelerin beyinlerinin çeşitli bölümlerini (o yöndeki anılarını kapsayan bölümleri) ameliyatla çıkartır. Ancak, farelerin beyinlerden hangi oranda parça alırsa alsın, Lashley farelerin anılarını ortadan kaldıramadığını ve hareket yetenekleri zayıflamış olmalarına rağmen, farelerin eğitildikleri görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirdiklerini gözlemler. Bu deneyde ortaya çıkan sonuç, nörocerrah Karl Pribram’a hatıraların beynin belirli bir bölümünde yerleşmiş olmadığını ve tüm beynin içerisinde holonomik (holonomic model of brain function) olarak, tümüne yayılmış olarak dağılmış olabileceğini düşündürmüştür. Bu da başta Karl Pribram ve fizikçi David Bohm olmak üzere günümüzdeki hemen hemen tüm bilim insanları tarafından benimsenen “beynin holografik olarak işleyişi teorisi”ni ortaya çıkarmıştır. http://www.ifi.unizh.ch/ailab/teaching/semi2005/presentations/WhereIsMemory_HandschinBeutler.pdf
Şimdi yukardaki iki önemli noktadan (ruh ve hologram’dan) yola çıkarak “hafıza” bilmecesini çözmeye çalışalım….

Bilim insanlarının “hafıza” ile ilgili gerçekleştirdikleri tüm deneylere baktığımızda, onların madde olarak algılanan beyin ve beynin belirli bölgeleri üzerinde çalışmakta ve deneylerini çeşitli hayvan türleri üzerinde gerçekleştirmekte olduklarını görürüz. Ancak somut olarak algılanan evren, Kuantum Teorisi ile yeni bir anlam kazanmış ve mikro evren beyinin de gerek dışardan(!) 5 duyu yardımı ile aldığı gerekse yaydığı dalgalardan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu bilgi içeren dalgaların oluşturduğu manyetik alan, mikrodalga hologramik bir bedendir de ayrıca…

İşte bu noktada bilim insanlarının belki de yapmaları gereken; başta hafıza fonksiyonu olmak üzere tüm zihinsel fonksiyonları incelerken, “somuttan” yola çıkıp, sadece somut olanla sınırlınmamalıdırlar. Çünkü “hayvan” adlı birimin beyni “insan” adlı birimin beynin ürettiği türden dalgalar üretememekte ve hafıza fonksiyonları “somut” olarak adlandırılan beyin çerçevesinde sınırlı bir şeklide faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla, hafızanın hakikatine giden yol “somut” incelemelerden geçmeyip, “soyut” diye adlandırdığımız frekans-dalga boyutundaki incelemelerden geçmektedir kanısındayım. Aksi halde aşağıdaki fıkrada hafızayı araştırmaya çalışan doktorun durumuna düşülebilir:

Üç yaşlı adam hafıza testindedirler. Doktor ilk yaşlı adama sorar:
-Üç kere üç kaç eder?
-274..?
yanıtını alınca doktor üzgün bir şekilde ikinci yaşlı adama döner:
-Şimdi sizin sıranız. Üç kere üç kaç eder?
-Salı..?
Doktor artık iyice ümitsiz şekilde üçüncü yaşlı adama döner:
-Evet, şimdi de sizin sıranız üç kere üç kaç eder?
-Dokuz..?
cevabını sevinçle karşılayan doktor :
-Bu harika, nasil buldunuz? der.
Üçüncü yaşlı adam sakince:
-Oh, çok kolaydı. Sadece “274” ten “Salı”yı çıkardım.?!!!

O zaman şimdi, HAFIZA I. BÖLÜM’de moleküler boyutta gerçekleştirdiğimiz seyri bir de beynin hologramik olarak işleyişi düşünceleri ile aralanan kapıdan geçerek, dalga-frekans okyanusuna yelken açarak gerçekleştirmeye ne dersiniz?…

Nöron aktivitesi, moleküler boyutta biokimyasal tepkimler olarak göze çarparken, atomaltı dediğimiz boyutta ise dalgasal yani salınımsal aktivite formatında algılanabilinir. Daha basit bir anlatımla; beyin hücrelerinin birbiri ile iletişimi yani bilgiyi alıp, kodlaması ve depolaması, o bilginin içeriğine göre frekanssal titreşimlerin meydana getirdiği “dalga”lardan oluşmaktadır. Bu dalgasal aktivite bir manyetik alan oluşturmaktadır. Bu manyetik alan mikrodalga ve bilginin açığa çıkması açısından da hologramik görüntüye sahip olan “RUH” adını verdiğimiz bir yapıdır. (Bu manyetik alan hakkında daha geniş bilgiyi

Kuantum Teorisi’nin araladığı kapıdan geçen Profesör McFadden’in 2002 yılındaki “Senkronize Ateşlenme ve Beynin EM Alanı Üzerine Etkisi: EM Bilinç Alanı Teorisi Üzerine Bulgu” adlı makalesinde açıkladığı çalışması, bu konuda ilk defa 1972 yılında araştırmacı-yazar Ahmed Hulûsi tarafından kaleme alınan “Ruh” adlı mikrodalga yapılı hologramik bedenin hakikati konusuna destekler niteliktedir.

1972 yılında henüz Kuantum Teorisinin bilinçlerde anlamlaştırılmadığı bir noktada “hafızanın hakikati” Ahmed Hulûsi tarafından “Ruh-İnsan-Cin” adlı kitabında bakalım nasıl kaleme alınmış:

"…İnsan" ismiyle bilinen ölümsüz varlığın, ebedi yaşamını sürdürdüğü "dalga bedendir"... Görüntüsü hologramiktir!.. Beynin ürettiği, Yüklenmiş dalgalardan oluşmuştur... Beyin tarafından üretilir ve ve beyin kendindeki tüm düşünsel verileri dalga olarak "RUH"a yükler.Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden takviye etmektedir... Aynı, bir otomobil motorunun aküden hem enerji temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi... "Hafıza-bellek" esas olarak bu "dalga" bedendeki bilgi yüküdür... Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır... Eğer, beyinde herhangi bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga bedendeki bilgileri geri alamadığı için "unutma" veya "hatırlayamama" dediğimiz olay meydana gelir... "Ruh bedenin" dışarıdan görünüşü aynen bir hologram gibidir...”

Bu çok önemli bilgiyi biraz daha incelersek …

Nöronlarda işlenen, depolanan ve geri çağrılan bilgiler, bir yönü itibariyle elektriksel bir aktivite gösterirken, diğer yönüyle dalgasal bir aktivite göstermektedir. Beynin ürettiği manyetik alana sahip olan “ruh” adını verdiğimiz hologramik dalga beden, nöronda işlenen bilgileri hologramik olarak depolar. Her nöronun etkinliği (bilgiyi işleyiş, depolayışı) bir dalga boyu oluşturur. Daha sonra benzer dalga boylarında gelen frekanslar beyinde kayıtlı bulunan frekanslarla bir çağrışım yapar ve bu yol ile “geri çağırma-hatırlama” sağlanır. Nöronların, hologramik olarak yarattığı dalga girişim ve kesişimlerinden oluşan holografik model, beş duyuyla algılanan görüntüleri oluşturur. “geri çağırma-hatırlama” dediğimiz işlem de ise tam tersi olarak, görüntü, ses, koku gibi frekanslar belirli bir yoğunluk alır.
Sonuç olarak, kendini madde beden zanneden birimin “ölüm” denilen madde bedenden hologramik dalga bedende yaşamını sürmesinde hafıza fonksiyonunun işlevselliğinin çok önemli bir yeri vardır. “Ölüm” denilen olaya kadar beyin ve hologramik dalga beden arasındaki bilgi alışverişi sürmekte ve her an, her işlenen ve depolanan bilgi geri çağrılıp, yaşanmaktadır. “Ölüm” denilen olayla da mikrodalga bedene kodlanan, depolanan her bilgi hologramik görüntü şeklinde ortaya çıkmakta ve “boyuna geçirilmiş kitaplar, dürülmüş defterler okunacaktır” tarzındaki tasavvuftaki mecazi ifadeler “yaşanılanlar yaşanılacaktır” şeklinde bilinçte yerini bulmaktadır.






Perşembe, Ocak 17, 2008


HAFIZA I.BÖLÜM

“Beyin” ve “ruh” çözümlenmesi, anlaşılması gereken en büyük, en muhteşem bilmece (puzzle). Somut olarak algıladığımız beyinden yola çıkıp, ruhun sonsuz derinliklerinde yol almaya başladığımızda “hafıza” diye adlandırdığımız çözümlenmesi ve anlamlandırılması gereken bir başka kavramla karşılaşıyoruz.

“Hafıza” diye adlandırılan bu kavramı anlamada öncelikle moleküler boyutta bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?...

Beynimizde milyarlarca sinir hücreleri (nöronları) bilgiyi bioelektriksel ve biokimyasal olarak işlemektedir. Beynimize duyu organlarımız ile ulaşan ya da veritabanımızda (database) mevcut olan her bilgi, somut olarak ele aldığımızda biokimyasal maddelerin oluşturduğu bir bioelektriksel akımdan ibarettir. Bu her bilginin nöronlara yüklenip “işlenmesi-kodlanması" (encoding) işlemine “öğrenme” adı verilmektedir. Bu kodlama sırasında bazı bilgiler “depo”lanır (storage). Depolanan bilginin bulunduğu yerden çağrılmasına da “hatırlama” denilmektedir. İşte “Hafıza” diye adlandırdığımız kavramı bu üç safha ile anlamaya başlayabiliriz.

Bilgiler beyinde çeşitli yollarla anlamlandırılıp, işlenir ve depolanır: Beyne ulaşan bilgiler öncellikle duyu organları yoluyla algılanıp, depolanır ve belirli bir süreç içerisinde bu bilgilerden bazıları bir sonraki aşamaya geçer, bazıları ise kullanılmamak üzere depolanmadan silinir. Bu aşamada bilgiler anlık değerlendirmeye sokulur. Bu bilgi akışının (nöron aktivitesi), anlık değerlendirme şeklinde ortaya çıkışını “zekâ” diye adlandırabiliriz. Bu noktada bilgi, anlık değerlendirilme neticesinde “tepki” diye adlandırabileceğimiz fiziksel bir reaksiyona dönüşebilir ya da daha sonra sürekli kullanılmak üzere kişinin veri tabanındaki bilgiler doğrultusunda işlenir ve depolanır. Bilginin, kodlanma ve depolanma işlemlerini kolaylaştıran ve akışkanlığı sağlayan serotonin, glutomat, dopamin, norepinefrin, asetil kolin gibi bazı kimyasallar ve protein molekülleri vardır. Bu kimyasal elementler sayesinde nöronlar arasındaki bioelektriksel ve biokimyasal akış ne kadar düzenli ve etkin olursa, depolanan bilginin geri çağrılması (hatırlama) da o kadar güçlü ve etkin olur. Ancak, bunun tersi bir durumda mesela, beyin stress hormonu salgıladığında, nöronlar arası bilgi-enerji transferini (bilgi aktarımı ve işleyişi) bozar ve hafıza fonksiyonu dediğimiz o üç safhadaki işleyiş sağlıklı bir şekilde gerçekleşemez.

Hafızanın işleyiş mekanizmasına moleküler boyuttan bakmaya devam ederken, çözümlenmesi gereken başka bir bilmece daha ortaya çıkmakta. O da; hafızanın somut olarak adlandırdığımız beyindeki yerinin neresi olduğu konusu. Bilimadamlarınca “hafıza” denildiği zaman beyinde öne çıkan “hipokampus” adlı bölge ve eski ve yeni bilgilerin depolandığı beynin en dış tabakası (korteks) olduğu düşünülmektedir. http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0711/multimedia_hafiza2.aspx?Konu=1

Bu şekilde düşünmelerinin sebebi, öncellikle hipokampus bölgesinin, bilgileri ana depoda kalıcı olup olamayacağına karar veren bir role sahip olması olabilir. Bu karar verme işlemi pek çok kaynakta benzer olarak şu şekilde anlatılmaktadır; hipokampusa ulaşan düşük frekanslı bioelektrik akışı zayıf sinaptik bağlar oluşturur ve bu zayıf elektrik akımı yüzünden de beyin korteksine hipokampustan etkin sinyal gelmediği için bazı bilgiler kayıt edilemez ya da hipokampustaki nöronlar arasındaki bilgileri aktaran sinaptik bağların güçlü iletkenliğe sahip olması, kortekse etkin sinyaller yollanmasına ve bilgilerin kalıcı bir hal almasına yol açar. İşte bu zayıf ya da güçlü akımlara neden olarak, “duygu” diye adlandırdığımız çeşitli biokimyasal tepkimelerin zayıf ya da yoğun sinyaller vermesi yol açmaktadır. Örneğin, bunlar bizim dışardan bakış açısı ile baktığımızda “sıkıcı”, “ilgi uyandırmayan” veya “uyandıran” ya da “heyecan veren” diye nitelendirdiğimiz duygusal etiketli tepkimelerdir. İşte “duygu”lar dediğimiz bazı (heyecan, ilgi uyandıran…) biokimyasal tepkimelerin yoğun aktivasyonu hipokampusta yoğun nöron hareketi oluştururuken ve kortekse aktarılarak kaydedilirken, bazı zayıf biokimyasal tepkimeler, (sıkıcı bulmak, heyecanlanmamak, önemsememek…) zayıf nöron hareketi oluşturup, bilgi aktarımını ve kalıcılığını engellemektedir.

Belki de bu yüzden bilimadamları hafızayı incelerken özellikle hipokampus üzerinde durmakta ve hafıza ile ilgili yaptıkları deneylerin hemen hemen hepsi hipokampus ile ilgili olmaktadır. Bu araştırmalar içerisinde en ilginç olanlarından birisi Kaliforniya Üniversitesi Los Angles Kampüsünde Ted Berger ve yardımcılarının 2007 yılında üretmeyi başardıkları dünya üzerindeki ilk hafıza implantının prototipi olan “silikon-yapay hipokampus”tur. Bu yaratılan çip, anı oluşumu için önemli olan hipokampustaki beyin hücrelerinin bir bilgisayar donanımı (hardware) şeklindedir. Bu çipin beyinde hasar görmüş nöronların yerini alabileceği düşünülmektedir. Çip iki yönlüdür; hem bilgiyi üretebilmekte, hem de kendisine ulaşan sinyalleri tıpkı canlı bir hücre gibi alabilmektedir. Ancak çip, kısıtlı sayıda nöron içermektedir. Bu nöronlar, canlı beyin dokularından ulaşan benzer sinyalleri alıp, bunları dijital sinyallere çevirir ve daha sonra da bu sinyalleri tekrar benzer sinyallere dönüştürerek sağlıklı nöronlara yollar.

Hafıza fonksiyonunda başrolü oynayan aktörü “hipokampus” olarak ilan eden bilimadamları, bir yandan “yapay hipokampus” yaratma noktasına kadar gelirken, diğer yandan da hafızdaki anıların silinmesi konusunda aralıksız deneyler gerçekleştirmektediler. Bunlardan bir tanesi, New York Üniversitesi Nörobilimadamı Joseph Le Doux’un gerçekleştirdiği bir deneydir. Bu deneyde kendi ürettikleri bir kimyasalı fareler üzerinde kullanırlar. Bu kullanılan kimyasal, farelerin hafızasında önceden öğretilmiş “korku” içerikli bilginin, hücreler arasındaki geçişini-bilgi aktarımını bloke eder. Bu bloke edilen bilgi (silinen bilgi) bir başka deyişle “hafızada kodlanmış anının silinmesi” olarak ilan edilir. Ancak, bilimadamı ve ekibi, bu işlemin her ne kadar bir bilginin silinmesi şeklinde olduğunu düşünseler de, ana hafızayı-anı bankasını silmeyeceklerini de açıklamaktadırlar.

İşte bu son cümle ve 2004 yılında “hafıza” ve “hafızanın silinmesi”ne yönelik yapılan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” adlı filmin (http://www.youtube.com/watch?v=7UwJtDRQkoE&feature=related) sonunda gelinen nokta, “hafızanın hakikati”nin ne olduğu konusundaki bilmecenin çözülmesine belki de katkıda bulunmaktadır. Öyle ki, bilimadamları “hafıza” fonksiyonunu beyinde tüm biokimyasal ve bioelektriksel işlemleri ile moleküler boyuttan anlamaya çalışsalar da, “hafıza” adlı fonksiyonun çözümlenmesi için daha derin boyutlarda, ruhun sonsuzluğuna doğru olan yolda seyr etmenin zamanı geldiğinin belki de farkına varmaya başlamışlardır. İşte bu yolculuk, sonun başlagıcıdır…