Perşembe, Kasım 22, 2007


ŞİFRE (PASSWORD)

Yaşadığımız çağ “şifre” çağı!!!... Hayatımızın her noktasında “şifre” kullandığımız çağ… Banka hesaplarımız, değerli mallarımızı sakladığımız kasalardan tutun cep telefonumuza ve bilgisayarlarımıza ve içerisindeki programlara giriş, vs… hepsi de “şifre”li. Kısacası “şifre” dolu bir yaşam….

Nedir bu şifrelemenin altında yatan amaç? Amaç; bizzat yarattığımız harf ve rakamlardan oluşan kodlar, şifreler ile özelimizi değerli(!)lerimizi; malımızdan tutun düşüncelerimizi, duygularımızı kısaca bize ait olanı “kendimizdekini korumak”. Öyle ki, kimse giremesin, kimse ulaşamasın onlara!!! Yani, “bizim olan bizde kalsın!!!”.

Bir de şifrelemede dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır; o da oluşturacağınız şifrenin kısa ve akılda kalıcı olması, mümkünse ezberlenecek kadar da sade ve net olması ki, bu ezberlenen şifre hiçbir zaman unutulmasın değerli(!)ye ulaşmada...

Peki… Acaba farkında mıyız bu şifreleri oluştururken, şifre (kilit) altına aldıklarımızın hayatımıza ne gibi çözülmesi gerekli şifreler (kitlenmeler) de getirdiğinin? Farkında mıyız şifre içinde şifre oluşturduğumuzun?! Farkında mıyız şifrenin gerekliliğini düşünürken, kendimizden kendimize koyduğumuz şifrelerin bilinç dünyamızı da şifreleyip, “girilmez” ve “kullanılmaz” yaptığımızın?

Şimdi gelin bir düşünelim…

Malımız, sevdiklerimiz ya da düşüncelerimiz hepsi ama hepsi bizde “var” kabul ettiğimiz potansiyellerimiz, birikimlerimiz değil midir?! Yani kısaca bilgidir, bilgi birikimidir. Bu noktadan baktığımızda farkedeceğiz ki, bizdeki “bilgi”leri şifrelemekteyiz aslında. Bu şifreler, numaralardan ya da rakamlardan oluşan kodlar olsa da, eğer dikkatle düşünürsek farkına varacağız ki, bizim değerli olarak sahiplenip, şifrelediğimiz her bilgi veri tabanımıza işlenmiş şartlanma ve değer yargıları ya da genetik kodlama ile varolan potansiyelimizden başka bir şey değildir. Yani bizler değer yargı ve şartlanmalarımızdan doğan duygu ve düşüncelerimizi “değerli” olarak benimsemiş ve onları koruma adı altında “şifre”lemişiz.

Bu arada şifreyi nasıl oluşturduğumuzu hatırlayalım… Ne demiştik? Değerlimizi korumada kısa hatırda kalıcı ve hatta rahatlıkla ezberlenecek şifreler oluşturmalıydık. Peki, kaçımız acaba bizimle ilgili bir olayın; bizim için önemli ve değerli olduğunu düşündüğümüz bir kişi-olayın rakamsal ve harfsel kodlamasını şifre olarak kullanıyoruz?... Aslında değerlimizi yine başka bir değerliyi kullanarak saklıyoruz, sakınıyoruz. Kendimizdekini koruma adına oluşturduğumuz şifreler yine kendimizdekilerden başka bir şey değil!!...

Bir başka nokta da kendimizdekini korumak adına oluşturduğumuz şifrenin geçerli ve etkili olması için hiç kimse ile paylaşmamamız gerekliliğidir. Yani oluşturduğumuz şifreyi biz hariç kimse bilmemeli; sahiplendiğimiz, bizim kabul ettiğimiz her bilgi birikimi, bizim korumamız altında olmalı ve kimsenin ulaşamayacağı bir şifre ile korunarak, kimseye giriş izni yani şifremiz verilmemelidir.

“Şifre”yi bu kadar benimseyen bilinçlerimiz “değerli” etiketi yapıştırıp, “var” kabul ettiklerimizi koruma çabasındayken, bu çerçevede şifrelediklerimizin de aslında şartlanma ve değer yargılarımızın sınırladığı sahiplenilmiş ve sıkı sıkıya şifre ile korunmuş atıl ve bundan dolayı da sınırsızca kullanılmayan ve yenilenmeyen bilgi birikimleri olduğununun farkında bile değiliz. Yani bizler, sahiplendiklerimizi şifreleyerek, bizdekini paylaşmayarak aslında kendi kendimize şifreler koyuyor ve sınırsızlığı yaşamayı bekleyen bilinçlerimize kilitleri bizzat kendi ellerimizle vuruyoruz. Bir başka deyişle, hakikate açılan kapıya şifre koyuyoruz ve daha sonra ya şifre koyduğumuzu unutup, onu çözmeye çalışıyoruz ya da şifreyi hatırlamaya çalışıp duruyoruz.

1997 yılında “Küp (Cube)” adlı filmde, birbirlerini tanımayan, yedi kişi bilmedikleri bir biçimde kendilerini bir “küp” sisteminin içinde bulurlar. Onlar ne zaman ve nasıl oraya getirildiklerini bilmemektedirler. Kenarlarında yan bölümlere geçmek için birer kapı bulunan küp şeklindeki odalar içinde çıkış yolunu ararlar. Hepsi birbirinin aynı pek çok oda vardır ve kurtuluş için, doğru odalardan geçerek çıkışı bulmak zorundadırlar. Ancak, bazı odalarda ölüm kapanları onları beklemektedir. Bu yedi kişi için çıkış yolu ancak ve ancak hangi odaların doğru oda olduğunu bulmaktan geçmektedir. Bu da önce küpün mantığını keşfetmekten, yani doğru odalar için belirlenmiş şifreyi ve sonra da bu şifreyi yani kodu çözmekten geçmektedir.

Bu yedi kişiden her biri farklı özelliklere sahiptir. Diğerlerinden sakladıkları yani şifreledikleri kendileri ile ilgili olan özellikleri, bilgileri önceleri paylaşmasalar da daha sonra kurtuluşun yani küpün dışına çıkışın kendilerindeki bilgi ve gücü paylaşarak ve kullanarak gerçekleşebileceğini kısa zamanda idrâk ederler, etmek zorunda kalırlar. Bu 7 kişiden biri olan üniversite öğrencisi ve matematik konusunda başarılı, sayısal zekâya sahip olan genç kız, kendindeki bu bilgi birikimi ile küp şeklindeki bir odanın diğer bir küp şeklindeki odalara geçişindeki aralıkta bazı sayılar tespit eder ve bu sayıların bir şifre olduğunu keşfeder. Bu sayıların yani şifrenin çözümlenmesi için kullandığı matematik bilgisi ışığında öncellikle içinde bulundukları küpün 17576 tane odaya sahip olduğunu bulur ve sıra kodu çözmeye geldiğinde de yine matematik bilgileri ile şifreyi çözer ve doğru odalardan küpün dışına doğru seyahat başlar. Bu işlem, küpün sistemini çözmede yapılan analizler neticesinde her bilginin bir “hikmete” dayalı olduğunu düşünerek, yani “niye”, “neden”, “nasıl”ları inceleyerek gerçekleşmiştir. “Niye buradayız?”, “Nasıl geldik buraya?”… gibi pek çok soru ile işin hikmeti ( http://www.ahmedhulusi.org/yazi/noktandakikudret.htm ), oluş sistemi çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu da küp içerisinde sınırlandırılmış, hapsolmuş 7 kişinin yedisinin de kendindekilerini yani bilgilerini-ilimlerini sırası geldikçe ortaya koyarak, bu kurtuluşun oluşumu için irade ve kuvvetlerini kullanarak oluşacaktır.

Filmde gerçekleşen olayların altında yatan anlamlara bir göz atarsak:

Filmdeki birinci önemli nokta ve atılan adım, 7 kişinin içinde hapsoldukları “küpün sistemini anlamanın gerekliliği”ni idrâk etmeleriydi.Bu gerekliliği idrâk etmek onlar için küpün sisteminin çözülmesindeki en önemli adım olmuştur. Tıpkı filmdeki gibi hakikatimizin ne olduğunu anlamak ve idrâk etmek istiyorsak, bizler de ilk olarak içinde yaşadığımız sistemi anlamanın gerekliliğini kabul etmeliyiz.

İkincisi, filmde küpün sisteminin çözümlenmesi yani deşifre edilmesinin ne kadar önemli olduğu 7 kişinin arasındaki kayıplar verilmeye başlandığında belli olmuştur. Onlar için “kurtuluş”a doğru atılan çok büyük bir adım, küpün sisteminin çözülmesidir. Bu da aralarındaki matematik öğrencisinin matematik bilgilerini kullanarak odalara geçişlerdeki şifreleri çözme ve böylelikle sistemi anlamada önemli bir rolü olmuştur. Bizlerin de yaşadığımız sistemin anlamının çözümlenmesi gerekliliğini düşünmemiz yeterli değildir onun bir adım ötesi, onu çözmek için atılacak aktif adımlar ve çabalardır.Filmde olduğu gibi bu çabalar dışardan bir güç tarafından yardım alınarak değil, şifrelediğimiz kendimizdeki potansiyelin ortaya çıkması ile olacaktır.

Dolayısıyla üçüncü olarak, filmde kahramanlar kendilerinde mevcut olan potansiyelin kullanılmasının kendilerine koydukları şifrenin ortadan kalkması ile olacağını anlarlar. Yani öncellikle kendilerindeki mevcut olan bilginin, potansiyelin ortaya konarak, diğerleri ile paylaşılmasının gerekliliğini anlarlar ve böylelikle de her biri kendindeki özellikleri şartlanma ve değer yargılardan uzak olarak olabildiğince ortaya çıkardıklarında, “kurtuluş”a doğru ilerlemeye başladıklarını görürler. Ancak bilgi paylaşımında şartlanma ve değer yargılarından doğan duyguları ön plana çıkaran her kişi küpün içinde hapsolmakta, ve bunun uzantısında da bir şeklide hayata veda etmektedir. Bizler de özümüzde mevcut olan ilmi- bilgiyi şartlanmalarımızdan ve değer yargılarımızdan arındırarak, akıl süzgecimizden geçirip, yeni bir bakış açısı ile ortaya koyup, bir yandan da samimi, olabildiğince şartlanmasız ve değer yargısız bir paylaşıma geçtiğimizde göreceğiz ki, kurtuluşa yani hakikate doğru ilerlemekteyiz.

Bu da bizi dördüncü noktaya götürür; filmde kendilerindeki bilgileri ortaya koyarak ilerleyen kahramanlar, bir süre sonra farkederler ki her bilginin ortaya konması ve bu ortaya koyuşla birlikteki oluşumlar, irade edilenler bu irade ile kuvveye çıkar ve odadan odalara geçişlerle çıkışa doğru yol alınır. Yani, her bilginin kullanılışı, yeni oluşumlara kapı açmakta ve bu oluşumlar da kendilerindeki kuvve ile açığa çıkmaktadır.(http://www.ahmedhulusi.org/yazi/ilimiradekudret.htm ) Ve bu öyle bir devinimdir ki, bilgiler doğrultusunda atılan her adım bir sonraki adımı hazırlar. Bu adım ya kurtuluşa doğru ya da küpte esir kalmaya doğru atılan bir adımdır. Yani “hasib” ismi gereği olarak bir önceki atılan adım bir sonrakini doğurmaktadır küpün içerisinde olanlara “göre” ve kendilerindeki “fettâh” isminin manası onlardan ortaya çıkar. Aşama aşama odalardan geçerek, kapalı oldukları odalardan ve küpten kurtuluşa doğru yol alırlar. Bizler de eğer özümüzde olanın farkında olmaz, bilincimizden o bilgiyi ortaya çıkarmadığımız ve bunun neticesinde yaşayamadığımız takdir de, bilincimizi belki bir küp belki bir labirent içinde şifrelemiş ve hapsetmiş olarak sınırlamaktan öteye gitmeyiz.

Sonuç olarak, “Küp” adlı filmden de yola çıkarsak, nasıl bir sistem içinde yaşadığımızı öğrenmemiz, nasıl bir küpün içinde olduklarını keşfeden filmdeki 7 kahraman gibi “ilim” ve “hikmet”in devreye girmesi neticesindeki akıl yollu keşifle olmakta. Bununla birlikte de kendimize koyduğumuz şifreleri yine kendimiz özümüzdekini açığa çıkarıp, tek tek çözerek, kapanıkları, kapalı kapıları açıp, küp ötesi yaşama yani sonsuz-sınırsız yaşama dair, hakikatimize doğru adım adım ilerleyebiliriz. Ancak, bu tabii ki kolay bir yolculuk olmayacaktır. “Dosttan Dosta” adlı kitapta Üstad Ahmed Hulûsi de şöyle benzer bir ifade kullanmıştır “Ne var ki, her kozadan çıkış-her rahimden çıkış büyük zorluklarla olur! (1118)”. Şifremizi kırıp, “küpten çıkış” bizlere nasip olmuş ve kolaylaştırılmış olsun…

Cumartesi, Kasım 10, 2007


SANAL

“Sanal”ımızı yaratma küçüklükte evcilik oyunları ile başlar. Evcilik oynarken,“sanal” yani gerçek olmayan(!) ama gerçekmiş gibi kurguladığımız kimliklere bürünmek ne kadar da zevk verir ve bizler büründüğümüz rollere kaptırırız kendimizi. Öyle ki bir süre sonra o “sanal” yani varsaydığımız kişilikle bütünleşiriz bile... Günümüzdeki bilgisayar ortamındaki tüm sanal gerçeklik (virtual reality-VR) programlarının temelinde bana göre bir çeşit “evcilik oyunu” mantığı yatmaktadır.

“Sanal gerçeklik” günlük yaşantımıza öylesine girdi ki artık “gerçek içinde gerçek mi, hayâl içinde bir hayâlin mi yaşantısını sürmekteyiz?”diye sorgulamadan edemez duruma geldik. Peki, bu sanal gerçeklik nasıl ortaya çıktı? Yani düşünen beyinler nasıl bir âlem yarattılar ve nerelerde yaygın olarak kullanılıyor ki hayatımızın içinde etkin bir rol oynamakta ve bizleri “sanal” ve “hakikât” arasında bir yolculuğa sürüklemekte?...

Sanal gerçeklik, ilk olarak askeri amaçlı; uçuş similatörü yaratmada kullanılan ilk grafiksel, şemalı bir bilgisayar projesi olarak ortaya çıkmıştır. Sanal gerçeklik, pek çok alanda ama özellikle, askeri eğitimlerde, sağlık ve eğlence alanlarında grafik ve dijital tekniklerle bilgisayar aracılığı ile kullanılmaktadır. Kafaya takılan güneş gözlüğü şeklindeki aletle bağlantılı bir ekran ve siz elinizi hareket ettirdiğinizde ekranda yansıyan dünyada etkisini, gözünüze takılan aletle takip edebiliyorsunuz. Bu daha da ileri teknikle yani 3 boyuta getirerek, sanal olanı tamamen gerçek algılamasına yönlendirilmiş; USATODAY gazetesindeki sanal gerçeklikle ilgili John Makulowich’in 2000 yılında yaptığı açıklamaya göre “3 boyutlu sanal gerçeklik oluşturulduğu ve adını da “mağara” yani “cave” koydukları bir oda yarattıklarını açıklıyor. Öyle ki, odanın üç duvarına ve yere görüntüler yansıtılmış ve kişiler içeri özel yapılmış stereo gözlükler ile girdiklerinde süperbilgisayar imajları-görüntüleri, perspektifleri yani bir şekilde bakış açılarını yeniliyor.”

Yani 3 boyutlu sanal odaya girenler karşılaştıkları canlı ve değişken 3 boyutlu akışı yaşadıklarında sanalı gerçeğinden ayırmakta zorlanıyorlar. Belki de sanal alemin içindeki yolculuklarına yardımcı olan ve o alemi algılamada ek kapasite yaratan taktıkları gözlük olmasa, bu yaşadıkları tecrübeyi beyinlerinin kendilerine yaptığı bir illüzyon olarak değerlendirecekler ya da bir rüya olduklarını düşünebilecekler… Bu sanal gerçekliğin 3 boyutlu olarak bir odada sergilenmesine örnek olarak başrollerini Michael Douglas ve Demi Moore’un oynadığı “Disclosure” adlı filmdeki en etkili ve en heyecan verici sahnede de görebiliyoruz.

Sanal gerçeklik, sağlık alanında pek çok konuda insanlara yardımcı olmakta; meselâ, fobileri yenme konusunda. Özellikle, uçuş, kapalı alan ve hatta yılan, fare, köpek ya da böceklere karşı olan korkuların yenilmesine yardımcı olmak için kullanılan bir teknik olarak göze çarpıyor. Örneğin, sizi uçuşla ilgili her türlü ortamın yaratıldığı sanal bir alemin içine sokup, oturduğunuz koltuğa verilen elektrik akımı ile yaratılan titreşimlerle hissetirilmeye çalışılan sallanmalar ve buna benzer sanal gerçeklikle yani uçağa binmeden uçaktaymışsınız gibi beyninizin algılatılması, ya da yılanların, böceklerin içinde olduğunuza inanmanızı sağlayan 3 boyutlu sanal yılan ve böcek…vs görüntü veren bir odanın içerisinde korkularından kurtulma girişimlerine yardımcı olmakta.

Bunun da ötesinde özellikle engelli insanlara yaşamını kolaylaştırmak ve yaşamlarında karşılabilecekleri zor durumlara karşı nasıl davranacaklarına yardımcı olma amacı ile kullanılan bir metod sanal gerçeklik… Engellilere yardım amaçlı kullanılan sanal gerçekliği ve etkisini anlatan BBC’nin bir haber programında bahsedilen önemli noktaları paylaşmak da yarar görüyorum:

“Uzuvlarını kaybeden hastaların halâ acı çekmekte oldukları tespit ediliyor ve bu acıların dindirilmesi ve hastaların günlük hayata uyum sağlamaları için Manchester Üniversitesi “sanal gerçekliği” tedavi amaçlı kullanıyor. Haberde yer verilen hasta, bir kolunu seneler önce kaybetmesine rağmen halâ aşırı ağrı çektiğini söyler. Sinir uçlarından gelen acıdan dolayı hasta halâ koluna sahip olduğunu hissetmektedir. Ancak bu durum, Manchester Üniversitesi’nin “sanal gerçeklik bilgisayar programı” ile değişmeye başlamıştır. Bu programa göre hastaya kaybettiği kolunu oynatabildiğini sanması sağlanıyor. Hasta sanal olarak olmayan kolunu hareket ettirdiği bilgisayar ortamında ağrısının gerçek anlamda azaldığını yani olmayan kolunu var kabul ediş ve onu sanal olarak hareket ettirişle birlikte sinir uçlarındaki baskının ve ağrının azaldığını paylaşıyor.”
http://www.youtube.com/watch?v=hlQZmNlPdHQ

Bu örnekteki bilincin yaşadığı “olmayanı var kabul edişin” açıklamasıdır. Tek kolunu kaybeden kişinin veri tabanında kendisine ait olan beden kabulü bilgisinin tek kolunu kaybetse de sinir hücrelerinde kodlu, işlenmiş önceki var kabul edişin bilinçte açığa çıkmaya devam etmesidir. Yani kolunun birini kaybeden kişi, o kolunu kaybetmeden önce nasıl kendini tam bir madde beden olarak algılıyorsa, sanal gerçeklik programı ile beyine yönlendirilen sinyallerle, veri tabanında kayıtlı “beden ve o bedenin bir bütün oluşu” bilgisi aktive oluyor.

Sanal gerçeklik sağlık alanı dışında en popüler olduğu ortam tabii ki bilgisayar oyunlarıdır. Herhangi bir bilgisayar oyununu oynamaya başlayalım, hemen kendimizi kaptırdığımızı ve sanki o oyunun içinde gerçekten de yaşadığımızı farkederiz. Sanki rüyâda olduğumuzu bilmemize rağmen kendimizi o gördüğümüz rüyânın etkisinden sıyırılıp kurtaramadığımız bir durum gibi. Daha da ötesi ve en önemlisi, bizlere de hakikâte ermişlerin “âlemlerin aslı hayâldir!” demelerine ve hattâ “hayâl içinde hayâl (sanal içinde sanal)” olduğumuzu bildirmelerine rağmen, bizler veri tabanımıza yüklemiş olduğumuz sınırlı beş duyu kapasitemize dayanarak, bu yaşadığımız âlemi ve bedenimizi somut ve gerçek olarak kabul etmeye devam ediyoruz.

Bilgisayar oyunlarına tekrar geri dönersek …

Bilgisayardaki bir oyun için yaratılması gereken önemli unsurlar, mutlâk zekânın ürünü olan bir yapay zekâ ve hologram tekniği ile “canlı(!)” kılınacak kişiler ve ortamlardır. Bu gibi simulasyona yani bilgisayar oyununa en güzel örnek belki de Al Pacino’nun başrolünü oynadığı film “SİMONE”; “Similasyon 1”in “S1one”olarak kısaca yazılmasıyla yaratılan bir isim ile tanıtılan, herkes tarafından “gerçek” olarak algılanan aslında tamamen bir yönetmenin bilgisayar similasyonu, bilgisayar programı olmaktan öteye gitmeyen “sanal” insanın (aktrisin) ve yönetmenin hikâyesi. Filmde yönetmen Victor rolüyle Al Pacino, sanal karakterini bilgisayar ortamında 3 boyutlu olarak boyundan tutun saçının rengine, karakterinden davranışlarına kadar her noktasını detaylı bir şekilde belirleyip, O’nu hologramik şekilde tüm dünyaya tanıtıyor ve çok ünlü, beğenilen bir aktrist haline getiriyor. Yönetmen Victor ve yarattığı sanal aktrist Simone her ne kadar da diğer kişiler tarafından iki ayrı karakter olarak algılansalar da aslında bu Victor’un “Victor” ile olan ilişkisi; Kendisinden başkası değil! Simone’a yüklediği her mimik, her davranış şekli aslında kendisindekilerin Simone’dan yansımasıdır. Victor kendisindeki özellikleri bu sanal hologramik karakter ile ortaya koyarak, kendindeki farkında olmadığı bazı özellikleri bu sayede keşfeder.

Şimdi bu filme konu olan “sanal hologramik yaradılışı” “hakikât” noktasından açılan bilgilerle biraz daha derinden inceleyelim….

Düşünen bir beyine sahip olan Victor, hayâl ediyor; hakikâtte bizlere bildirilen de “âlemlerin vehim nurundan yaratıldığı ve varlıkların aslının hayâl olduğu(www.ahmedhulusi.org/yazi/hologram.htm) değil midir?... İşte bu vehim nuru ile yani Victor’un hayâlinde kurmaya başladığı anda ortaya çıkan düşünce akışı enerjisi ile, o kudretle hayâl ettiği bu hayâlindeki sanal insana kendisinde mevcut olan özelliklerden özellikler yükleme işlemi de başlamış oluyor ve o vehmettiği aslında gerçekte olmayan sanal insanın her özelliğini; boyundan karakterine, mimiğinden duruşuna kadar bilgisayara yüklüyor, “mürid” isminin manâsı ile “oluşturuyor”. Kendindeki bilgilerin anlamları ile oluşmuş bir yansıma, bir düşünce, bilgi sanal âlemde “ilmî bir suret” ortaya çıkartıyor. O’na kendi zekâsından bir zekâ yani “yapay” zekâ (artificial intelligence) veriyor ve hologram tekniğini kullanarak yani kendindeki bilgileri hologramik olarak; bir mekanda ve zamanda yaşamadığı halde, O’nu üç boyutlu hologram olarak bilgisayar yardımı ile arka fona çeşitli mekânlarda zamanlar oluşturarak diğer insanların O’nu gerçek olarak algılamalarını sağlıyor. Belki de tek yüklemediği program o sanal insana “gerçek bir insanmış gibi hissetme” programı!!!... Sonra başlıyor kendisiyle kendinden kendisini seyretmeye yani ilmiyle ilminden ilmini seyretmeye…. Böylece seyr devam ede gidiyor…

Yukardaki bir filmden (Simone) yola çıkarak mecazî anlamda anlatmak istediğim seyri anlamada Kurân-ı Kerim Mü’min Suresi 64’ü sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Allahulleziy ceale lekümül’Arda kararen vesSemae binaen ve savvereküm feahsene suvereküm ve razekaküm minat tayyibat zâlikümullahu Rabbüküm fetebare Kâllahu Rabbül alemiyn.

Allah (O’dur) ki, arz’ı sizin için bir karar yeri, semayı da bina olarak oluşturdu… Sizi tasvir etti (şeklillendirdi) de sizin (mana) suretlerinizi en güzel etti ve sizi tayyibattan (ilim ve ma’rifetlerden) rızıklandırdı. İşte size Allah, Rabbiniz!... Rabbül Alemiyn olan Allah ne yücedir!...”

Sanal hologramik yapay zekâlar, beynimizin çıktısı (print-out), yansıması olan bilgisayarlar yaratabilen bizler, aslında var kabul ettiğimiz ve gerçek olarak algıladığımız bedenimizi ve madde olarak algıladığımız dünyamızı yaratan kozmik bilincin ilminde “sanal” olarak varolan aslında “yok” hükmündeyiz. Robot üretme ve işletme bilimi (Robotics) araştırmacısı Hans Moravec de bu paylaştığım düşünceyi destekler nitelikte şu açıklamada bulunmaktadır: “Sanal âlemde mi yoksa doğal bir gerçeklikte mi yaşadığımızı sorgularken, Tek bir yaratana inandığımız takdir de bizlerin büyük bir ihtimalle zaten Virtual Reality’de yani sanal gerçeklikte yaşamakta olduğumuzu kabul etmekten başka çaremiz kalmamaktadır.”