Perşembe, Şubat 28, 2008


YERÇEKİMİ (GRAVITY)

Bütün hayatı boyunca yerçekimi, karadelikler üzerinde çalışan Stephen Hawking dahil pek çok insan son birkaç yıldır merkezi Florida’da bulunan uzay turizm ve eğlence şirketi sıfır yerçekimi kuruluşunun (Zero Gravity Corp) düzenlediği uçuşlara katılıp, kısa bir süreliğine de olsa yerçekimi kuvvetinden kurtulamanın dayanılmaz zevkini tadıyorlar… Peki ama yerçekimi nedir ve etkileri nelerdir ki, yerçekimi kuvvetinden kurtulmak bu kadar zevkli geliyor?

“Yerin çekimi” dediğimizde “yer” bir anlamı ile bildiğimiz dünya-madde alanı diğer yandan “madde beden” yapımız, “çekim” ise bir “enerji-kuvvet” demektir. Diğer yandan “yerçekimi” ingilizce olarak “gravity” kelimesi ile ifade edilmektedir. İngilizce kelimenin de incelenmesini yaptığımızda “grave” kelimesi ile karşılaşıyoruz. O da türkçeye çevirdiğimizde “kabir-mezar” anlamına işaret etmektedir. Böylelikle, karşımıza “birimi madde dünya/bedene- ki bu beden mezar/kabir olarak da ifade edilmekte- çeken güç” bir anlamda!!!…

İlk kez bilim insanı Newton tarafından ortaya konulan “yerçekimi kuvveti” daha sonra Einstein ile farklı boyuta ulaşarak günümüzdeki son bilimsel kuramlardan kuantum teorisi-sicim teorileri ile farklı bir boyut kazanmıştır. O zaman “yerçekimi” kelimesini Newton’un açtığı kapıdan geçerek, sicim teorisine uzanan yolda hem bilimsel, hem de felsefik olarak birlikte inceleyelim.

Newtona’a göre yerçekimi kuvveti, cisimleri dünyanın merkezine doğru çeken kuvvettir. Bir cisme etki eden kuvvete o cismin “ağırlığı” denir. Hız verilmeden yüksekten bırakılan cisimler, ağırlıkları nedeniyle yere doğru hareket ederler. Ağırlık, çekim kuvvetleri sonucu oluşan bir büyüklüktür. Cisimleri harekete geçirebilmek için kuvvet uygulamak gerekir. Düşen bir cismin hızının artış hızı cisim düştüğü sürece her geçen saniyede aynı miktarda artar. Yeryüzü merkezinden uzaklaştıkça cisimlerin ağırlığı azalır.

Birimler kendinlerini sadece “madde beden” sanısı ile tanır ve kabul ettiklerinde, tüm yaşam madde bedene yönelik olarak yaşanmaktadır. Bu da birimden ortaya çıkan her fiil ve o fiili oluşturan her bilgi- düşünce madde bedene dönük olarak ortaya çıkacaktır. “Maddeye dönük yaşam” demek, maddenin çekim alanı içinde olmak demektir. Ne kadar çok maddeye dönük düşünce ve fiiller ortaya koyarsak ,o kadar çok madde bedenimiz ağırlaşır!!! Bu, veritabanımızdaki “madde beden” olduğumuz sanısından kaynaklanan duygu ve düşüncelerin sürekli beslenerek çoğalmasıdır ki, bu da bizim düşüncelerimizde ve duygularımızda ağırlık kazanacaktır. Ancak birimler, kendilerinin sadece madde bedenden meydana gelmediklerini “ruh” adlı hologramik dalga bedenlerinin de olduğunu ve daha ötesi bir “bilinç” varlık olduğunu fark etmeye başladıkları zaman, bu bilgiler doğrultusunda ortaya konan her düşünce ve davranışla birlikte madde beden ve onun getirilerinin ağırlığından sıyrılmaya başlayacaklardır.

Birimler, düşünce gücünü ya da akıl denilen zihinsel fonksiyonlarını yeterince kullanmadıkları, aktive etmedikleri durumlarda, veritabanlarındaki şartlanma ve değer yargıları ve onların getirdiği duyguların oluşturduğu düşüncelerin ağırlığı, yoğunluğu ile hep bedensel çekim alanı içinde kalır ve o yönde hareket ederler. Bu bedensel çekim alanından kurturacak kuvvet, yine kendilerinden ortaya konulacak yepyeni bir düşüncenin oluşturacağı kuvvettir ki, bu kuvvet ile bedensel dürtülerin çekim kuvvetinden sıyrılabilinsin. Bu kuvvet, birimin hakikatini tanıma inancı ve isteği ve bu istek doğrultusunda ortaya koyacağı fiillerdir. Ancak, bu çok kolay bir aşama değildir ve unutmamak gereken bir nokta da, birimin madde dünyasının ve dolayısıyla madde bedenin her zaman, her an madde bedene yönelik fiiller ortaya koyabilme potansiyelin kendisini bekliyor olmasıdır. Eğer bir kere birim kendini madde dünyası ve madde bedenin istek ve arzularına kaptırdı mı, zaman içerisinde veritabanından kaynaklı aldanmalarla daha da çok bu düşünce ve durum batağına saplanır ve hızla da saplanmaya devam eder.

1998 yılında başrollerini Meg Ryan ve Nicholas Cage’in oynadığı “City of Angles” (Melekler Şehri) adlı filmde bu yukarda anlatmak istediklerim, sembolik olarak bazı sahnelerde de anlatılmaktadır. Mesela, meleklerin yüksekte oturması ve yerin yani dünyanın çekim alanında olmadıklarının sembolik bir gösterimidir. Ayrıca içlerinden bir meleğin, “insan” adlı bir birime aşık olması ile O’nunla birlikte yaşama arzusu, O’nun yeryüzüne inmesi ile olmaktadır ki, bu da filmde meleğin kendini yüksek bir yerden serbest düşüş ile yerçekimi kuvvetine kendini bırakması şeklinde ifade edilir. Meleğin yeryüzüne inmesi- madde bir bedene sahip olması ile gerçekleşir ve bu madde bedene sahip olduğunu da, meleğin yere düşmesinden sonra madde bedenin getirisi olarak, hemen kendisinden ortaya vücudunda bazı noktaların kanaması ve yere düşmenin verdiği ağrılar şeklinde çıkar.

Ancak, maddeye yönelik çekim gücü, Einstein ile farklı bir boyut kazanmaktadır. Einstein, uzayın dokusuna bakmış ve insan vücudunun yapıtaşlarıyla bir benzerlik olduğunu düşünmüştür. O’na göre uzay, statik değildir ve eğilmeler ve bükülmeler mevcuttur. Einstein, maddelerin sahip olduğu enerji dalgalarının zaman-uzay ekseninde ele aldığında, yerçekimi denilen kuvvetinin dalgasal olarak, belirli dalgalanmalar, salınımlar yaparak, ışık hızı ile aynı hızıda bir noktadan diğer noktaya seyahat edebildiğini söylemektedir. Bu da kuantum teorisi ile başlayan ve günümüz biliminde şimdilik gelinen en son nokta olan sicim teorisi ile de çok rahat açıklanabilmektedir. “Yerçekimi kuvveti” denildiğinde maddenin maddeye uyarlanan kuvvetinden bahsedilirken kuantum teorisi ile bilindik evrenin hem dalga hem de parçacıktan oluştuğu ortaya atılmış ve sicim teorisi ile de evrenin titreşimlerden meydan geldiği ortaya konmuştur. Bir başka deyişle, madde bakış açısından farklı olarak ortaya konulan teorilerle yerçekimi kuvveti de madde çekim gücünün ötesinde dalgasal enerji ve bu dalgasal enerjinin titreşim frekansı ve çekim gücünden bahsedilmektedir.
http://www.youtube.com/watch?v=tpbGuuGosAY&feature=related

Tıpkı Einstein’ın Newton’un açtığı yoldan ilerlediği gibi bizler de madde beden yapısından “ruh” adlı hologramik mikrodalga beden yapısına ulaştığımızda, farkedeceğiz ki, madde beden yapısı dünya boyutu içerisinde işlevini yerine getirirken, “ölüm” denilen olayla madde beden- yerçekimi kuvveti dünya boyutunda fonksiyonunu yitirip, “ruh” adlı mikrodalga bedenle yaşamına devam edecektir. Ancak bu noktada ilginç bazı önemli unsurları da göz ardı etmemek lazım…

Evrende pozitif ve negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı aynı zamanda kütleye eşittir. Çünkü kütle çekim gücü negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye enerji de maddeye dönüştüğünden pozitif negatife, negatif pozitife dönüşür.

Bu noktadan ilerlediğimiz de, madde beden sanısı içersinde yaşamını sürdüren ve tüm yaşamı boyunca madde bedenin istek ve arzularına dönük yaşayan ağırlaşmış(!) birimler, bu yaşantısını aynıyla “ruh” adlı hologramik mikrodalga bedene yüklerler, dolayısıyla dalga bedenleri de aynı düşünce ve duyguların oluşturduğu ağırlığa sahip olur. Bu da belki bilimsel olarak negatif enerji diyebileceğimiz bir şeklide açıklanabilir. İşte bu dalga bedenin ağırlaşması, tıpkı madde bedenin yerin çekim gücünden kurtulamaması gibi, ölüm ötesi boyutta da dünyanın çekim gücünden dalga bedenin bir katmanı olan antiçekim dalgasının birimden ortaya çıkamamasından dolayı otomatik olarak kurtulamayacaktır. Çünkü kendisinde bulunan enerji katmanı dahilinde, tüm hayatı boyunca bedene yönelik yaşamın getirisi olarak negatif enerji üretmiş, pozitif enerji üretememiş ve hareket gücüne sahip olamamıştır. Bundan dolayı da çekim alanından kurtulamamış olacaktır. Bu çekim alanından kurtulamamak da birimin bir bakıma kabri-mezarı bu olacaktır.(Bu konuda daha detaylı bilgi için: http://ahmedbaki.com/turkce/kitaplar/evrensel/evrensel10.htm )

Birim, kuantum teorisi ve sicim teorisinin anlatmak istediğinden yola çıkarak, madde beden sanısını bir taraf bırakıp, hakikatinin bir “bilinç” varlık olduğunu anlayıp, bu yönde yaşamına yön verebilirse, bir nevi kuantsal bakış açısı ile yerçekimi kavramından sıyrılıp, var kabul ettiği bedensel varlığının hükmünün geçerli olmadığı bir bilinçsel seyre dalabilir.

Yine bu tarz bir yaklaşımı başrolünü Jodie Foster’ın oynadığı “Contact” adlı filmin en etkili sahnesinde görebiliyoruz. Bilim insanı bir uzay mekiğine konuyor ve fırlatılıyor. Bilim insanı bedensel olarak dışardan gözleyenlere göre mekikte hiç bir yere gitmiyor ve mekik yerçekimi kuvveti ile çok kısa bir zaman içerisinde yere düşüyor. Ancak, kendisi bir bilinç seyri yaşıyor ve o bilinç seyrinde solucan deliklerinden geçip, karadeliklerden akdeliklere, galaksilerden galaksilere yolculuk yapıyor. Uzay-zaman bükülüyor, dünyanın yerçekimi kuvveti hükmünü yitiriyor.

İşte belki de yazının başında pek çok kişinin yerçekiminden arındırılmış bir mekanda bulunmak istemelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Bedenin ağırlığından kurtulmak, beden ötesi bir varlık yani “bilinç” varlık olmanın dayanılmaz hafifliğini tecrübe etmek!!!... Bunun ilk basamaklarından biri ise bir bakıma Matrix1’de Morpheus’un Neo’ya seslenişinde yatmakta: “FREE YOUR MIND!!!”