Cumartesi, Kasım 10, 2007


SANAL

“Sanal”ımızı yaratma küçüklükte evcilik oyunları ile başlar. Evcilik oynarken,“sanal” yani gerçek olmayan(!) ama gerçekmiş gibi kurguladığımız kimliklere bürünmek ne kadar da zevk verir ve bizler büründüğümüz rollere kaptırırız kendimizi. Öyle ki bir süre sonra o “sanal” yani varsaydığımız kişilikle bütünleşiriz bile... Günümüzdeki bilgisayar ortamındaki tüm sanal gerçeklik (virtual reality-VR) programlarının temelinde bana göre bir çeşit “evcilik oyunu” mantığı yatmaktadır.

“Sanal gerçeklik” günlük yaşantımıza öylesine girdi ki artık “gerçek içinde gerçek mi, hayâl içinde bir hayâlin mi yaşantısını sürmekteyiz?”diye sorgulamadan edemez duruma geldik. Peki, bu sanal gerçeklik nasıl ortaya çıktı? Yani düşünen beyinler nasıl bir âlem yarattılar ve nerelerde yaygın olarak kullanılıyor ki hayatımızın içinde etkin bir rol oynamakta ve bizleri “sanal” ve “hakikât” arasında bir yolculuğa sürüklemekte?...

Sanal gerçeklik, ilk olarak askeri amaçlı; uçuş similatörü yaratmada kullanılan ilk grafiksel, şemalı bir bilgisayar projesi olarak ortaya çıkmıştır. Sanal gerçeklik, pek çok alanda ama özellikle, askeri eğitimlerde, sağlık ve eğlence alanlarında grafik ve dijital tekniklerle bilgisayar aracılığı ile kullanılmaktadır. Kafaya takılan güneş gözlüğü şeklindeki aletle bağlantılı bir ekran ve siz elinizi hareket ettirdiğinizde ekranda yansıyan dünyada etkisini, gözünüze takılan aletle takip edebiliyorsunuz. Bu daha da ileri teknikle yani 3 boyuta getirerek, sanal olanı tamamen gerçek algılamasına yönlendirilmiş; USATODAY gazetesindeki sanal gerçeklikle ilgili John Makulowich’in 2000 yılında yaptığı açıklamaya göre “3 boyutlu sanal gerçeklik oluşturulduğu ve adını da “mağara” yani “cave” koydukları bir oda yarattıklarını açıklıyor. Öyle ki, odanın üç duvarına ve yere görüntüler yansıtılmış ve kişiler içeri özel yapılmış stereo gözlükler ile girdiklerinde süperbilgisayar imajları-görüntüleri, perspektifleri yani bir şekilde bakış açılarını yeniliyor.”

Yani 3 boyutlu sanal odaya girenler karşılaştıkları canlı ve değişken 3 boyutlu akışı yaşadıklarında sanalı gerçeğinden ayırmakta zorlanıyorlar. Belki de sanal alemin içindeki yolculuklarına yardımcı olan ve o alemi algılamada ek kapasite yaratan taktıkları gözlük olmasa, bu yaşadıkları tecrübeyi beyinlerinin kendilerine yaptığı bir illüzyon olarak değerlendirecekler ya da bir rüya olduklarını düşünebilecekler… Bu sanal gerçekliğin 3 boyutlu olarak bir odada sergilenmesine örnek olarak başrollerini Michael Douglas ve Demi Moore’un oynadığı “Disclosure” adlı filmdeki en etkili ve en heyecan verici sahnede de görebiliyoruz.

Sanal gerçeklik, sağlık alanında pek çok konuda insanlara yardımcı olmakta; meselâ, fobileri yenme konusunda. Özellikle, uçuş, kapalı alan ve hatta yılan, fare, köpek ya da böceklere karşı olan korkuların yenilmesine yardımcı olmak için kullanılan bir teknik olarak göze çarpıyor. Örneğin, sizi uçuşla ilgili her türlü ortamın yaratıldığı sanal bir alemin içine sokup, oturduğunuz koltuğa verilen elektrik akımı ile yaratılan titreşimlerle hissetirilmeye çalışılan sallanmalar ve buna benzer sanal gerçeklikle yani uçağa binmeden uçaktaymışsınız gibi beyninizin algılatılması, ya da yılanların, böceklerin içinde olduğunuza inanmanızı sağlayan 3 boyutlu sanal yılan ve böcek…vs görüntü veren bir odanın içerisinde korkularından kurtulma girişimlerine yardımcı olmakta.

Bunun da ötesinde özellikle engelli insanlara yaşamını kolaylaştırmak ve yaşamlarında karşılabilecekleri zor durumlara karşı nasıl davranacaklarına yardımcı olma amacı ile kullanılan bir metod sanal gerçeklik… Engellilere yardım amaçlı kullanılan sanal gerçekliği ve etkisini anlatan BBC’nin bir haber programında bahsedilen önemli noktaları paylaşmak da yarar görüyorum:

“Uzuvlarını kaybeden hastaların halâ acı çekmekte oldukları tespit ediliyor ve bu acıların dindirilmesi ve hastaların günlük hayata uyum sağlamaları için Manchester Üniversitesi “sanal gerçekliği” tedavi amaçlı kullanıyor. Haberde yer verilen hasta, bir kolunu seneler önce kaybetmesine rağmen halâ aşırı ağrı çektiğini söyler. Sinir uçlarından gelen acıdan dolayı hasta halâ koluna sahip olduğunu hissetmektedir. Ancak bu durum, Manchester Üniversitesi’nin “sanal gerçeklik bilgisayar programı” ile değişmeye başlamıştır. Bu programa göre hastaya kaybettiği kolunu oynatabildiğini sanması sağlanıyor. Hasta sanal olarak olmayan kolunu hareket ettirdiği bilgisayar ortamında ağrısının gerçek anlamda azaldığını yani olmayan kolunu var kabul ediş ve onu sanal olarak hareket ettirişle birlikte sinir uçlarındaki baskının ve ağrının azaldığını paylaşıyor.”
http://www.youtube.com/watch?v=hlQZmNlPdHQ

Bu örnekteki bilincin yaşadığı “olmayanı var kabul edişin” açıklamasıdır. Tek kolunu kaybeden kişinin veri tabanında kendisine ait olan beden kabulü bilgisinin tek kolunu kaybetse de sinir hücrelerinde kodlu, işlenmiş önceki var kabul edişin bilinçte açığa çıkmaya devam etmesidir. Yani kolunun birini kaybeden kişi, o kolunu kaybetmeden önce nasıl kendini tam bir madde beden olarak algılıyorsa, sanal gerçeklik programı ile beyine yönlendirilen sinyallerle, veri tabanında kayıtlı “beden ve o bedenin bir bütün oluşu” bilgisi aktive oluyor.

Sanal gerçeklik sağlık alanı dışında en popüler olduğu ortam tabii ki bilgisayar oyunlarıdır. Herhangi bir bilgisayar oyununu oynamaya başlayalım, hemen kendimizi kaptırdığımızı ve sanki o oyunun içinde gerçekten de yaşadığımızı farkederiz. Sanki rüyâda olduğumuzu bilmemize rağmen kendimizi o gördüğümüz rüyânın etkisinden sıyırılıp kurtaramadığımız bir durum gibi. Daha da ötesi ve en önemlisi, bizlere de hakikâte ermişlerin “âlemlerin aslı hayâldir!” demelerine ve hattâ “hayâl içinde hayâl (sanal içinde sanal)” olduğumuzu bildirmelerine rağmen, bizler veri tabanımıza yüklemiş olduğumuz sınırlı beş duyu kapasitemize dayanarak, bu yaşadığımız âlemi ve bedenimizi somut ve gerçek olarak kabul etmeye devam ediyoruz.

Bilgisayar oyunlarına tekrar geri dönersek …

Bilgisayardaki bir oyun için yaratılması gereken önemli unsurlar, mutlâk zekânın ürünü olan bir yapay zekâ ve hologram tekniği ile “canlı(!)” kılınacak kişiler ve ortamlardır. Bu gibi simulasyona yani bilgisayar oyununa en güzel örnek belki de Al Pacino’nun başrolünü oynadığı film “SİMONE”; “Similasyon 1”in “S1one”olarak kısaca yazılmasıyla yaratılan bir isim ile tanıtılan, herkes tarafından “gerçek” olarak algılanan aslında tamamen bir yönetmenin bilgisayar similasyonu, bilgisayar programı olmaktan öteye gitmeyen “sanal” insanın (aktrisin) ve yönetmenin hikâyesi. Filmde yönetmen Victor rolüyle Al Pacino, sanal karakterini bilgisayar ortamında 3 boyutlu olarak boyundan tutun saçının rengine, karakterinden davranışlarına kadar her noktasını detaylı bir şekilde belirleyip, O’nu hologramik şekilde tüm dünyaya tanıtıyor ve çok ünlü, beğenilen bir aktrist haline getiriyor. Yönetmen Victor ve yarattığı sanal aktrist Simone her ne kadar da diğer kişiler tarafından iki ayrı karakter olarak algılansalar da aslında bu Victor’un “Victor” ile olan ilişkisi; Kendisinden başkası değil! Simone’a yüklediği her mimik, her davranış şekli aslında kendisindekilerin Simone’dan yansımasıdır. Victor kendisindeki özellikleri bu sanal hologramik karakter ile ortaya koyarak, kendindeki farkında olmadığı bazı özellikleri bu sayede keşfeder.

Şimdi bu filme konu olan “sanal hologramik yaradılışı” “hakikât” noktasından açılan bilgilerle biraz daha derinden inceleyelim….

Düşünen bir beyine sahip olan Victor, hayâl ediyor; hakikâtte bizlere bildirilen de “âlemlerin vehim nurundan yaratıldığı ve varlıkların aslının hayâl olduğu(www.ahmedhulusi.org/yazi/hologram.htm) değil midir?... İşte bu vehim nuru ile yani Victor’un hayâlinde kurmaya başladığı anda ortaya çıkan düşünce akışı enerjisi ile, o kudretle hayâl ettiği bu hayâlindeki sanal insana kendisinde mevcut olan özelliklerden özellikler yükleme işlemi de başlamış oluyor ve o vehmettiği aslında gerçekte olmayan sanal insanın her özelliğini; boyundan karakterine, mimiğinden duruşuna kadar bilgisayara yüklüyor, “mürid” isminin manâsı ile “oluşturuyor”. Kendindeki bilgilerin anlamları ile oluşmuş bir yansıma, bir düşünce, bilgi sanal âlemde “ilmî bir suret” ortaya çıkartıyor. O’na kendi zekâsından bir zekâ yani “yapay” zekâ (artificial intelligence) veriyor ve hologram tekniğini kullanarak yani kendindeki bilgileri hologramik olarak; bir mekanda ve zamanda yaşamadığı halde, O’nu üç boyutlu hologram olarak bilgisayar yardımı ile arka fona çeşitli mekânlarda zamanlar oluşturarak diğer insanların O’nu gerçek olarak algılamalarını sağlıyor. Belki de tek yüklemediği program o sanal insana “gerçek bir insanmış gibi hissetme” programı!!!... Sonra başlıyor kendisiyle kendinden kendisini seyretmeye yani ilmiyle ilminden ilmini seyretmeye…. Böylece seyr devam ede gidiyor…

Yukardaki bir filmden (Simone) yola çıkarak mecazî anlamda anlatmak istediğim seyri anlamada Kurân-ı Kerim Mü’min Suresi 64’ü sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Allahulleziy ceale lekümül’Arda kararen vesSemae binaen ve savvereküm feahsene suvereküm ve razekaküm minat tayyibat zâlikümullahu Rabbüküm fetebare Kâllahu Rabbül alemiyn.

Allah (O’dur) ki, arz’ı sizin için bir karar yeri, semayı da bina olarak oluşturdu… Sizi tasvir etti (şeklillendirdi) de sizin (mana) suretlerinizi en güzel etti ve sizi tayyibattan (ilim ve ma’rifetlerden) rızıklandırdı. İşte size Allah, Rabbiniz!... Rabbül Alemiyn olan Allah ne yücedir!...”

Sanal hologramik yapay zekâlar, beynimizin çıktısı (print-out), yansıması olan bilgisayarlar yaratabilen bizler, aslında var kabul ettiğimiz ve gerçek olarak algıladığımız bedenimizi ve madde olarak algıladığımız dünyamızı yaratan kozmik bilincin ilminde “sanal” olarak varolan aslında “yok” hükmündeyiz. Robot üretme ve işletme bilimi (Robotics) araştırmacısı Hans Moravec de bu paylaştığım düşünceyi destekler nitelikte şu açıklamada bulunmaktadır: “Sanal âlemde mi yoksa doğal bir gerçeklikte mi yaşadığımızı sorgularken, Tek bir yaratana inandığımız takdir de bizlerin büyük bir ihtimalle zaten Virtual Reality’de yani sanal gerçeklikte yaşamakta olduğumuzu kabul etmekten başka çaremiz kalmamaktadır.”

3 yorum:

galatasarayli dedi ki...
Bu yorum yazar tarafından silindi.
galatasarayli dedi ki...

TABELA“N” DAKİ SKORA GÖRE...

"Kökü Mazide Olan Ati"
Diyordu bir düşünür, kendi ulusunu “ulu”larken... Bu söz çok önemlidir insanın algıladığı dünyasıNın içinde.
Geçmişimizden Geleceğimize doğru çizilen bir çizgidir bu, “ok”un yönü geleceğe doğru olarak.

Bir futbol maçı düşünelim, hani bazen gidip bir kaç saat önce veya on-onbeş dakika öncesine kadar oturduğumuz türbünleri düşünün, meselâ Alî Sami Yen’i düşünün.
Eski Açıkta iken, sağ tarafınıza düşen dijital skor tabelasında 0-0 yazar...

Belki, dikkatimizi bile çekmez neden acaba 0-0 diye...

Hava güzelse, yeşil çimlerin etrafını aydınlatan yüksek direklerdeki halojen lambalardan yayılan ışıklar altında onbinlerce insan “o anı” temaşa eder.. Türlü tezahüratlar, türlü türlü insanlar, türlü türlü sövmeler- övmeler...

Hani “sizde bir türlü, bizde bir türlü’nün hepsinin bir arada oluşunun temaşası.
Sonra da OYUN başlar HAKEMİN düdüğü ile bizce bir süreç içinde oyananan ve temaşa edilen oyun sadece tabeladaki skoru değiştirir ve bir bakamışınız OYUN sonunda sadece 1-0 olmuş veya 0-1 ya da 0-0bu üç olasılık üzeredir tüm oyun...
Koskoca doksan dakika tabeladaki skoru değiştirmek için verilen mücadeledir ve otomatik olarak oluşur getirileri.

Bir düşünürde diyordu ki, sanırım Ahmed Hulûsi idi ismi...
“Ben Kökü Ati’de olan Maziyim...”
Bu söz ise insanlık algılamasında çok nadir açığa çıkan bir anlayışın seslenişidir, bazen de hiç çıkmamıştır belli dönemlerinde. İnsanlık tarihinin asıl fetret dönemi bu dönemlerdir insanlık için.

Yine güzel bir gecenin başlagıcında, güzel bir koltukta yine Sami Yen’desiniz ancak bu sefer biraz değişik olay. Çünkü skor önceden yazılmış tabelaya 1-0 .
Şimdi bu skora göre oynanacak OYUN sahada önceden belirlenmiş, takdir edilmiş, yazılmış olan tabeladaki skora göre.

Olamaz mı?
Neden olmasın?

İnsanlığın doğal açılımı olan algılamasında “düzenin” “düzensizliğe” doğru gidişi vardır. “Entropi” der pozitif bilim buna. Bu açılımda zaman oku geçmişten geleceğe doğru hareket edermiş gibi algılanır ve tüm düzenlemelerini insan buna göre oluşturmuştur. Zira dünyaMız bu algılamaya göre “design” edilmiştir hepimiz tarafından; “doğarsın, büyürsün, ölürsün” demişlerdir, ölümle sonun geleceğini zannedenler için. Ölümün son olmadığına iman edenler de bir de bunlara ilâveten ölümü tadarsın- kabir (Berzah) – Mahşer –Cehennem - Cennet gibi ekler de koymuşlardır, “Ok”un geleceğe doğru harekete eden ucuna.

Newton Fiziği olayları ve objeleri arka planı uzay olan bir dekorla inceler.
Olaylara, objelere “varlık” verir. Maddeyi temel kabul eder, atom ve elektronu parçacık olarak kabul eder ve bunlara kütle verir ve aralarında mesafeleriyle ters orantılı kütleleri ile doğru orantılı bir ilgi kurar, anlayışını buna göre düzenler tüm uzay –zaman- mekân hesaplarını buna göre yapar.

Ve biz halen birçok alanda bu kurallara göre yaşamımızı organize ederiz. Uzaya gidip gelen bir mekiğin dünyanın çekim alanını hesaplayarak atmosfere belli bir açı ve zaman aralığında girme zorunluluğunun olduğu gibi.

Kur’an da buna “HİKMET” demiştir, Allah Resulu dillendirirken... Hikmet övülmüştür, Hikmet anlatılmıştır.
“Resul size HİKMETİ öğretti” denmiştir.
“...Ve yüallimükümül Kitabe vel Hikmete ve yüallimüküm ma lem tekünu ta'lemun;”
“Allah, hikmeti kime dilerse ona verir. Kime de hikmet verilmişse, muhakkak ona çok hayr verilmistir.”
“...Yü'til Hıkmete men yeşau'* ve men yü'tel Hıkmete fekad utiye hayren kesiyra*”

Her işte bir HİKMET var denmiştir bizlere büyürken!... Kırılırken!... Ağlarken!... Sevinirken!... İşler ters giderken veya düz giderken!...
Hadiste “HİKMET müminin yitiğidir” de denmiştir, bir hadiste’de “Dünya HİKMET yurdu , Âhiret KUDRET yurdu” demiştir yüceler yücesi ‘O’ ZÂT..
Esma’dan biri de HAKÎM dir.

Özdeşleştirmişimdir oldum olası Newton Fiziği açılımı anlayışı ile algılanan dünya ile DünyaMızın HİKMET yurdu oluşunu...

Sonra birden bu yüzyılın başlarında ortaya çıkan başka bir fizik anlayışı sanki HİKMET görüşünle parelelmiş gibi görünen Newton Fiziğinin değerlerini altüst etmiş ve her şeyi YENİDEN “hesap”latmak zorunda bırakmıştır bilim adamları, düşünürler ve insanlar için.

Kuantum fiziği...

Bu bakış açısında ise parçacık, obje, olay ve uzay birbirinden ayrı değil, dalga boylarının algılamaya göre aldığı farklı isimler olduğunu anlatmıştır.
Kuantsal boyutun en can alıcı yanlarından biri de ışık hızından daha hızlı kuantlar olduğundan söz etmiş olmasıdır.
Bu yönüyle de Newton Fiziğinin ışık hızından daha düşük hızda olan eylemlere olan bakış açısını düşündürmeye başlamıştır!.

Işık hızının üstünde seyreden yapının isimi ise Takyon’dur. Takyon’lar ışık hızından daha fazla hıza sahip olduğundan zaman, onun boyutunda bırakın durmayı geriye doğru hareket etmeye başlamıştır. “İlkler son, sonlar ilk olmaya” başlamıştır. Buna zamanın “tersinir” oluşu denmiştir.

Yani Meşhur “ok”umuz bu sefer Gelecekten Geçmişe doğru seyretmeye başlamıştır.
Skora göre OYUN oynanmaya başlamış flim geriye doğru sarmıştır.

Ancak bunun takyonu“N” bilincinde bu şekilde olması, “M”olekülün bilincini ortadan kaldırmış değildir.
Yani HAKÎM ismi ortadan kalkmış da, KAÂDİR ismi kalmış değildir.
Her iki isim de algılayanıNa göre kaimdir.

İşte KUDRET yurdu olmuştur Ahiret...

NoktasıNdaki KUDRET açığa çıkan filmi geriye doğru seyreder, sonuçlarını bildiğinden dolayı korku-hüzün-beklenti içinde olamaz...
“N” ler, KUDRET yurdu olarak ÂhiretiNi yaşayaNlardır.
“M” ler ise, Hikmet peşinde koşup duranlardır kapasitelerince.
Kudret açığa çıkıp film geriye sarıldığında filmdeki her kareye YAKÎN olurlar ve bunu dillendirirler “ülâikel mukarrebun” olarak...

Yıllardır Ahmed Bey’in yazdıklarına önem veren, sorgulayan ve ciddi bir oranda mesaisini bunlara ayıran bir arkadaşımdan duyduğum Ahmed Hulûsi’nin bir sözü ile devam etmek istiyorum karalamama:

“Ahirette herşey kudret esasına dayalı olacak demek her şey otomatik olarak bir birbirini meydana getirecek demektir. Ama... Ufak bir ama...
Biz kudret yurdu olarak ahireti düşünürken, bazı zevatlar, ahireti ortaya konulan fiillerin sonucunda kişinin yaşadığı hissediş ve algılayış boyutu olarak nitelendiriyor.
Ve onun sonuçlarınında otomatik olarak oluştuğunu söyleyerek kudret yurdunun da hikmet yurdunun batını olduğunu ifade ediyor”

“Amentü” de dikkat edilirse:

"VEL YEVMİL ÂHİR" veya "v`eL-YEVM`İL ÂHİR" ile "Vel ba`su ba`del mevt" ayrı ayrı analiz edilmiştir. Çünkü ölümün akabinde hemen bâas oluş ÂHİRET içinde sadece neredeyse küçük bir skaladır. “Ölüm ötesi” ile “Âhiret” kavramını özdeşleştirmek her ne kadar doğru gibi görünse de başka birçok gerçeği örtmemize sebep olabilir, istemeden de olsa.

Âhiret, kudrete dayalı ise ve Kudret’in açığa çıkışı String boyutu ise, stringlerden varlığını alan takyonlar ışıktan hızlı hareket ettiğinden Âhiret, sonun başa doğru yaşanması bilincidir.
Yani bizler tabeladaki skora göre oynuyoruz.
O yüzden herşey kaderi ile halk olmuştur denmiştir Kitapta.
“İnna külle şey'in halaknahu Bi kader;”

Mevtin akabinde bâas olmak ise “ok”un geçmişten geleceğe doğru hareketi esas alınarak söylenmiştir, birçok bâas dahi bu bakış açısının işaret ettiği dönüşümlerdir, hep ileriye doğru olan.

Takyonların boyutundan, ışık altı boyuta olan çok çok kısa süreli geçişler değişimlere sebep olur.
Takyon boyutunda düzen hakimdir ve ışık hızının altına geçişte ise düzensizlik oluşur. Madde algılaması ile başlayan boyutlarda düzenden düzensizliğe geçiş hakim iken ışık hızı üstünde olan boyutlarda ise düzensizlikten düzene gidiş hakimdir. Düzensizlik azaldıkça ise BİLGİ yoğunlaşır.
O yüzden String boyutu BİLGİ nin en düzenli ve yoğun olduğu boyuttur. Bu boyut itibarı ile olabilirlikten-ihtimalden bahsedilemez.
Olabilirlik ise ışık hızı altında kalan, bilginin yoğunluğunun ya da algılamasının daha düzensiz olduğu boyutlarda dillendirilmek zorunda kalmıştır her ne kadar yanılsama olsa da.
Hikmet yurdunun bir açılımıdır olabilirlik, ya da Newton Fiziğinin bir sonucu.
Oysa, string boyutunda entropi azalıp bilgi saltlaştıkça olabilirlik ve ihtimal hesabı yapılamaz.

Hikmet yurdunun gereğidir “at başı giderken seçilmek” ya da “iki Ömer’den birinin Din’e hizmet etmesini” dilemek...
Kudret Yurdunda ise “EMR” irade ile zaten gerçekleşmiştir.

Bir sevdiğim büyüğümün dediği gibi “sana” ne düştü bu yazıdan derseniz:

“M” ler’ki ben de bunlardanı“M”. Hikmete dayalı değerlendirmeler içinde hatta çoğu zaman bunun bile hakkını vermeden yaşarız.
E“N” azı“N”da“N” Efendimizi“N” hadisi“N”i ( Dedikodu yapmak ölü kardeşinin etini yemek gibidir ) duyar duymaz terketti “M” insanların önünden, arkasından, sağından solundan konuşmayı, üretmekten aciz olup, yaran“M”ak için şikâyet et“M”eyi
kusur ara“M”ayı, eksik gör“M”eyi...
Şükürler olsun bizi bu konuda uya“N”dırıp aydın“N”lata“N”a.....

“Bilmem bana ne olur size ne olur” diyenin dediği gibi...
BİRgün “N” gözüyle bakmak her bir Kardeşime “N”asip ola...

Galatasaraylı
16 Kasım 2007

.

Unknown dedi ki...

Teşekkür ederiz, Allah ilmini arttırsın, sayini meşkur eylesin.