Pazartesi, Şubat 14, 2011


WHAT IF?...RESET...

Ya eğer böyle değilse dediğimiz olmadı mı hiç?.... ya da RESETlendiğimiz,hayatımız sil baştan ele aldığımız anlar olmadı mı hiç?

İşte burada BİR RESET programı ile karşı karşıyayız. TEDxRESET...Pek çok çeşit konuda konuşmacıların paylaştığı noktaların bendeki düşünce seyri ile sizleri başbaşa bırakmak istiyorum....

AN’da kalmak mutlu olmanın temelinde yatan aslında tek seyr ....herşeyin aslında sonsuz bilinç boyutundan bakıldığında bir illüzyondan ibaret olması ve bizlerin gerçek“miş” gibi yaşadığı bir sanal alem, bir karikatür çizmek, bir bulmaca hayatı anlamlandırdığın, senin yakaladığın espiri. Ne peki bu sanal illüzyondan ibaret bir dünya, yaşam? Aslında hepsi çizilmiş, planlanmış ve somut olarak algılanmakta bir gözlemci tarafından. Gözlemlenene göre anlam kazanan, “var” sanılan sonsuz bir potansiyel...bu potansiyel bize kâh denizaltından yansıyan bir alemle kendini göstermekte, kâh da Afrika’nın balta girmemiş ormanında yaşayan salt yalın ve saf bir yaşamla karşımıza çıkıp, insanî duyguları primitiv bir ortamda dahi yaşayacabildiğimizi şiirsel hattâ masalımsı motiflerle yansıtmakta. Beden bir araç, bir araba.Siz onu nasıl, nereye sürüklerseniz, o oraya gider.Ama yüreğimizin götürdüğü yer tam merkezdir. Kalptir O! Kalpten beyne yansıyandır O!Ne kadar yol, mil, kilometre gidersen git aslında bir milim bile gitmene gerek olmadığı, her gittiğin yerde varolanın Özünde olduğunu anlamak için tecrübe etmek için bazen çok yol aşındırır insanoğlu.Bazısı geri döner eli boş, bazısı geri döner kalbinden yansıyanı dolu dolu paylaşmak için...İşte bu paylaşımda bazısı olur bir öğretmen, bir rehber...Elindeki sadece kalbidir, kalbinden yansıyandır tek aracı- gereci..Paylaşır paylaştıkça anlamlaşır,güzelleşir ve çoğalır.. . Meyvaları kendinden yansıyandır. Kendisidir aslında.İşte TEK olan, Aziz olandan seslenir başarı kendini bilmektir, kendini bulmaktır ve O’nu yaşamaktır....

Tüm emeği geçen TEDxRESET ekibine ve özellikle konuşmaları ve paylaşmaları ile yukarıdaki yansımaya ayna olana SELÂM olsunJ

Perşembe, Temmuz 10, 2008

SEZGİ (INTUITION) 3. BÖLÜM

“Sezgi” adı altında anlatılmak istenenin neye işaret ettiğini, nasıl bir mekanizma olduğunu, moleküler boyutta anlamlandırmaya gayret edelim ve gelin, fetusun oluşumundaki ilk safhalara doğru bir seyre çıkalım…

Weill Cornell Medical College’da bir grup bilim insanı, nöronların sinir uyarılarını taşıyan nöron uzantısı olarak bilinen aksonların, hücre çekirdeğindeki yazılımı nasıl etkilediğini belirlemişler. Dr Jaffrey, bu durumu detaylı olarak şu şekilde anlamakta:

“Gelişen fetus doğumdan sonraki evreye göre çok daha fazla nöron taşımakta, ve bu yeni oluşmakta olan nöronlar, uzun dallar şeklinde aksonları belirli bir hedefe mesela ayağa ya da göze yollarlar. Aksonlar-nöron uçları hedefe ulaştığında, (belki bu uzaklık hücre çekirdeğinden santimetrelerce uzağa) hedef dokudan sinir büyüme faktörü (Nerve Growth Factor) diye bir sinyal alırlar. Pek çok akson ulaşılması gereken hedefe ulaşamaz ve bu yüzden de nöronlar önceden belirlenmiş bir program dahilinde ölürler. Hedefe uygun olarak ulaşan aksonlar ise sinir büyüme sinyalini alır -“hayır sen başardın, yaşayacaksın” sinyalidir- ve yaşaması için nörona iletilir. Burada önemli olan diğer bir nokta da, aksonların ucunda büyüme konisinin tespit ettiği bu kritik bilginin tekrardan hücrenin kumanda merkezi olan çekirdeğine geri nasıl iletildiğidir.”
(Daha detaylı bilgi için; SEYR NO:11, http://ayliner.blogspot.com/ )

Nöron hücresinin “beden” adlı sistemde yaşamını ve bu yaşamda nasıl bir işlevi olacağını belirleyici unsurun, bir nöron için uzak(!) olarak kabul edilen bir noktadan OKU’nan bilginin bir okuyan tarafından (nöronlardaki aksonlarda bulunan bir “protein”adı ile) okunmasının bir örneğini OKUduk. Nöronun içinde bulunduğu sistemi deşifresini, bu “OKU’yuş”unu “sezgi” adı altında ve nöronun uzantısı olan aksonların içerisindeki proteini de bu sistemi “okuyan”,“sezen” adı altında anlamlandırabiliriz düşüncesindeyim.

Bir diğer örnek ise, bu noktadan daha da derine yöneltmekte bizi. “Telepatik genler” adı altında açıklanan bu araştırmadaki bilgiye bir göz atalım şimdi de…

“Yeni bir araştırmaya göre; genler, herhangi bir protein ya da işlem destekleyen biyolojik moleküller olmadan belirli bir mesafeden birbirlerindeki benzerlikleri fark edebilme becerisine sahip oldukları ortaya çıkmıştır. Bu çalışma ile yüzlerce kimyasal baz çiflerine sahip olan daha uzun DNA dizilimlerinin, birbirini taşıdıkları tamamlayıcı elektrik şarj kalıpları ile tanımladıklarını herhangi bir protein katkısı olmadan birbirlerini tamamen tanıdıkları gözlemlenmiştir. Bu araştırmayı yapanlardan Imperial College London’da çalışan Prof. Alexei Kornyshev, ekibinin ulaştığı bu sonuç hakkındaki duygularını şu şekilde ifade etmekte: “Herhangi bir dış yardım olmaksızın kalabalıkta birbirlerini arayan benzer DNA moleküllerini görmek oldukça heyecan verici!. Bu, benzer genler için karmaşık birleştirim işlemine herhangi bir protein ya da diğer biyolojik etkenler olmaksızın başlamasını sağlayabilecek itici bir güç olabilir!.”
(Daha detaylı bilgi için; SEYR NO: 48, http://ayliner.blogspot.com/ )

Buradaki araştırma ile de, “sezgi” adlı mekanizmaya bakış açımız daha farklı bir boyut almakta… “Gen” adı altındaki yapının “protein” ya da herhangi bir biyolojik moleküler yardım olmaksızın, taşıdıkları elektrik şarj kalıpları yoluyla, “yaydıkları elektrik” ile birbirlerini OKU’yarak, tanımlayıp, BİR araya gelerek sistemdeki işlevlerini ortaya koymaktalar.

Sonuç olarak, bu iki bilimsel örnek belki bizlere biraz olsun “sezgi” konusunda farklı bir bakış açısı sağlamıştır… Aslında bilimsel örneklerden de ortaya çıkan nokta; “quantum interconnectedness” adı ile bilim insanlarınn da anlatmak istediği, ayrı ayrı bir gözleyen ve bir gözlenenin olmadığı, kendinden kendine sistemi OKU’yuşun olduğu noktasıdır, ki bu da;TEK’in seyri!...


Perşembe, Temmuz 03, 2008


SEZGİ (INTUITION) 2. BÖLÜM

“Sezgi”yi incelemeye, “sezgi” kelimesi ile anlatılmak istenenin ne olduğunu anlamaya çalışarak başlayalım… Öncelikle, Türkçe’deki “sezgi”kelimesinin kullanımını inceleyelim: “Sezgi” kelimesini kullanırken “sezgi” ile birlikte “sezgi geldi”,“sezgi aldım” gibi kelimeler kullanmadığımızı belki de dikkat etmişizdir. O zaman, “sezgi” adı ile işaret edilenin “alınan” ve “verilen” bir şey olmadığını fark etmiş oluruz.”Sezgi alınmaz!”, ve “sezgi verilmez!”. Bir “alan”, bir de “veren” yoktur!. Yani, “sezgi” ile anlatılmak istenen işleyişin ortaya çıktığı BİR mahal, BİR bilinç vardır… Sezgi’nin Türkçe’deki kullanımını şimdilik burada bu noktada bırakıp, İngilizce’deki kullanımlarına bir de göz atalım:

“Sezgi” kelimesinin karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan kelime ve eş anlamlarına geçmeden önce yabancı yayınlarda “sezgi” kelimesinin hangi anlamda kullanıldığı konusunda dikkatimi çeken bir noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Sezgi” kelimesi yabancı kaynaklarda genellikle geleceğe dönük olayların algılanması yani bir bakıma gelecekten haber alma şeklinde bir manada düşünülmekte ve incelenmektedir. Ancak, yaptığım araştırmalar sonucunda diyebilirim ki; bu çok dar görüşlü, 5 duyu çerçevesinde değerlendirilen bir bakış açısı olup, “sezgi” kelimesi ile ifade edilmek istenen mekanizmanın yakınına bile yaklaşamamaktadır!...

Öyle ki, sadece en basit anlamda İngilizce’de “sezgi” için kullanılan kelimelerden bir tanesini bile dikkatle incelediğimizde, bize işaret ettiği mananın ipuçlarını vermektedir bile!: İngilizce’de, “intuition” kelimesi Latince’deki “intueri” kelimesinden gelir ve “içe bakmak” anlamında ve sezgiyi ifade etmede en fazla bu kelime kullanılmaktadır. “Sezgi”nin neye işaret ettiğine bizi götürebilecek olan “intuition” kelimesinin Latince karşılığı olan “intueri”’nin anlamı ve eş anlamlısı olan “insight (içgörü)” kelimesinin yapısını incelediğimizde de karşımıza şöyle bir anlam çıkmakta; “in” öneki, “iç-içsel” ve “sight (görüş)” kelimesinden oluşmakta. İçselin görülmesi!, İçe bakmak!... Ne demek acaba, içsel olanın görülmesi etimizin derine inip baktığımızda gördüklerimiz mi? yoksa onun ötesi bir görüş mü? BİRşeyin görülmesi!... Ama O şey ne ve nasıl bir görüş?...

O zaman, sezgiyi anlamada “içe yönelik” bakmak belki de şu şekilde olabilir: “İçsel” diye adlandırdığımız, tasavvuftaki anlatım ile birimin “derunundaki hakikâti” ve o hakikât ile anlatılmak istenen manaların, “basîr” isminin işaret ettiği mana ile ortaya çıkması ki, bu “basîr” ismi ile anlatılmak istenen “görme”, beden gözü ile görme değil, derunundaki hakikâti algılama ve idrâk etme şeklindeki bir deşifredir. Dolayısıyla, bu tür bir algılama, basit anlamda 5 duyu ile kayıtlı bir zaman ve mekân dilimi içinde bir görüş, bakış ve hissediş şeklinde olmayıp, 5 duyu ötesi bir bakış, bir OKU’yuş şeklinde olmalıdır…

Peki, o zaman bu OKU’yuş nasıl olmalıdır? “İnsan” adlı birimin kendindeki hakikâti algılaması ve dışında(!) olarak algıladığı sistemi, deşifre etmesi yani sezmesi ne şekilde olabilir? Bana göre, fizik beden içinde yaşamını sürdüren bilinç, kendindeki güçlerin-kuvvelerin farkında olarak ve onların nasıl birer işleve sahip olduklarını çözümleyerek işe başlamalıdır. Böylelikle de, “sezgi” ile anlatılmak istenen mekanizmanın anlamı deşifre edilebilinir… O zaman, başlangıç noktamız “sezgi”nin “insan” adlı birimde nasıl ortaya çıkmakta olduğunu incelemek olmalı. Ne dersiniz?...

(Devam edecek…)

Pazar, Mart 23, 2008

SEZGİ (INTUITION) I. BÖLÜM

“Büyük bir ormanın içerisinde kaybolmuş bir kör, sağda solda dolaşıp dururken ayağı takılır ve düşer. Düştüğü yeri yokladığında bir kötürümün üstüne düştüğünü anlar. Sonra aralarında konuşmaya başlarlar. Kör, günlerdir ormandan çıkmaya çalıştığını ama bir çıkış yolu bulamadığını söyler. Kötürüm de aynı durumda olduğunu, kalkıp gidemediğini belirtir. Daha sonra kötürümün aklına şu gelir: “Sen, beni sırtına al, ben de sana nereden gideceğimizi söyleyeyim. Böylece ikimiz de rahatlıkla ormandan çıkabiliriz.”der.”(Dr.Zülfikar Özkan, Bilincin Gücü)

Bu eski hikâyede kör aklın, kötürüm ise sezginin simgesidir. Bilim insanlarınca gerçekleştirilen her deney, araştırma ya da düşüncede akıl ön planda tutulmuş, sezginin gücüne ve kudretine fazlaca önem verilmemiştir. Ancak, zamanla özellikle son on yıldır, bilimin ürünleri olan güncel bilimsel teoriler, (hologram tekniği, kuantum teorisi, string teorisi gibi..) sezginin, aklın yanı sıra bilinçlerden ortaya çıkmaya başladığının işaretleridir. Bu noktada, ünlü bilim insanı Albert Einstein’ın sezgiye dair sözü, düşünen ve hakikatinin ne olduğunu bulmaya yönelen beyinler için “ilham” verici nitelik taşımaktadır: “Sezgisel Akıl (Intuitive Mind) kutsal bir armağan, Mantıksal Akıl (Rational Mind) ise sadık hizmetkârdır. Bizler hizmetkârı öven ve “kutsal armağanı” unutan toplumlar yaratıyoruz.”

Fizik-madde boyutunda baktığımızda, beyin ve beyinin akıl fonksiyonu, “insan” adlı birim için çok önemlidir. “Akıl-zihin” diye adlandırdığımız beyin fonksiyonunun eş anlamına baktığımızda, bizi “hafıza-bellek” kelimelerinin işaret ettiği anlamlara yöneltir. “Akıl” bir bakıma “hafıza” dediğimiz; bilgileri toplama, depolama, anımsama diye adlandırdığımız sistem içerisinde çalışmaktadır. Bu bilgiler, veritabanımızda 5 duyu, genetik ve kozmik tesirler yoluyla kaydedilmekte, depolanmakta ve anımsanmaktadır. Bu şekildeki bir işleyişte beyne “yeni” olarak adlandırdığımız her fikir, bu süreçlerden geçerek, bizde mevcut olanlar ile kıyaslanıp (analiz-sentez), etiketlenir. İşte bizler, bu işlemi gerçekleştiren beyinleri de “akıl” fonksiyonunu kullanan birim olarak algılarız.

Bu konuda, “Mantıksal Akıl” hakkında Shakti Gawain, “Living in the Light” adlı kitabında bakın ne diyor: “Mantıksal akıl, bir bilgisayar gibidir. Bilgiyi işler ve bu bilgiye dayalı mantıksal sonuçlar çıkartır. Ancak mantıksal akıl sınırlıdır. O, sadece kendisine ulaşan bilgi doğrultusunda işlem yapabilir. Bir başka deyişle, mantıksal akıl tüm yaşamımız boyunca edindiğimiz tecrübelere dayalı olarak işlem görür.”

“İnsan” adlı birim için “akıl” yadsınmayacak kadar önemli bir fonksiyondur. Ancak, yazar Gawain’in de açıklamasında olduğu gibi; “akıl” kişiyi bir bakıma da sınırlayan bir bilgi işletim sistemidir. Sadece edinilmiş bilgiyi en doğru şekilde işleyen bir mekanizmadır. Sınırlıdır bu yüzden!!! Ötesine geçemez!!!... Tıpkı bilim insanlarının görünenden, bilinenden yola çıkarak,“insan”lık için keşfettikleri ve yaptıkları tüm deney ve çalışmaların bir noktada sınırlı kalması gibi…

İşte bu noktada, belki Einstein’ın dediği gibi bizlere bahşedilmiş, bu çok değerli armağanı,
“akıl ile sınırlı insan” olmanın ötesinde tüm bu keşfedilmişliklerin, giz’li hazinelerin anahtarını belki de kullanmamızın vakti gelmiştir.

Bu anahtar, bu çok değerli armağanı anlamlaştırmada ilk önce yine Gawain’in tanımlamasını okuyarak başlayalım: “Sezgisel Akıl, sonsuz bilgi erişimine sahiptir. Sezgisel Akıl, Mutlak Akıl’ın iliminin ve hikmetinin yansıtma mekanizmasıdır. Ayrıca ne zaman, neye ihtiyacımız olsa, Sezgisel Akıl ile edinilen bilgi bizlere ışık tutar. Eğer bizler, Mutlak Akıl’dan bize yansıyan bu sonsuz bilgi ve hikmetin bizlere rehber olmasına izin verirsek, o zaman göreceğiz ki; sonsuz sınırsız seyr etmekteyiz.”

Dr. Zülfikâr Özkân da “Bilincin Gücü” adlı kitabında “sezgi” hakkında şunları ifade etmektedir: “Sezgi, mantıklı adımlarla ilerlemez ve mantık yürütmez. Anında ve doğru olarak bilgiye ulaşır. Sezgi yolu ile edindiğimiz bilgiye beş duyu ile ulaşamayız. Sezgi, deneye dayalı bir yöntemle bilgi toplamaz. Sezgi, insanın bilincini sınırsız bir şekilde yükseltir.”

Şimdi de tasavvuf ehli İmam Gazali’nin sezgi hakkındaki fikirlerini okuyalım: “İnsan bilgi yolunda duygulardan da akıldan da yararlanabilir. Ancak, bu yetiler insana gerçek varlığın bilgisini vermez. Zira, gerçek ve kesin bilgi “sezgi”yoluyla elde edilir. Bu bilgi türü insanın gönlüne yüce ve manevi bir algı olarak iner.”

Buraya kadar ki bilgileri toparlarsak... 5 duyu çerçevesinde değerlendirme yapan “insan” adlı birimin akıl fonksiyonu, makro ve mikro kozmosta görünen ve algılanan bilindik evreni değerlendirmesi ile sınırlı kalırken, sezgi ile aklın geldiği noktadan yani birimsellik noktasından (madde beden ya da “ruh” adlı mikrodalga beden) ilerleyerek, madde ötesi şuursal değerlendirme ile sınırsız, özden gelen bir akışla seyr söz konusu olabilmektedir.

Bu noktada, bilim insanları “sezgi”yi daha iyi anlamlandırmak için yine akıldan yardım alırlar ve bir dizi deneyler yaparlar: Bunlardan bir tanesi; rahibelerle birlikte gerçekleştirdikleri deneyler sonucunda rahibelerin, tanrıyı düşündüklerinde ve hatırladıklarında beyinde 6 değişik bölgenin güçlendiğini yani aktive olduğunu görürler. Caudates çekirdeğinde çoğalan aktiviteler, aşık olma (koşulsuz sevgi-ilâhi aşk), öğrenme ve hafızada önemli bir role sahip olan beynin küçük merkezi kısmı, vücudun sezgi ve sosyal duyularını belirleyen beynin insula kısmı, bir tecrübenin hoşnutluğunu belirleyen medial orbitofrontal kortex, duygusal farkındalığı belirleyen medial prefrontal kortex ve orta temporal lop. (daha detaylı bilgi için Nöroteoloji-Neurotheology” adlı yazıyı okuyabilirsiniz) Bir diğer deney ise, deneklere noktacıklardan oluşan motiflerin gösterilmesi ve 40 milisaniye sonra hangisinin bir objeyi gösterdiğini bulmalarının istenmesidir. Zaman kısıtlığından dolayı denekler, sezgilerinden hareket ederler ve 20-30 motiften sonra verilen yanıtlar genelde doğrudur. Bu sezgisel hareketin beyin tomografisinin incelenmesi doğrultusunda, nöronların en çok medial orbitofrontal kortekste etkin olduklarını gözlemlerler. Bu bölge göz boşluğunun üzerinde, alnın arkasında yer almaktadır.

Ancak, belki de farkına varılması gereken nokta; her ne kadar fiziki boyutta beyin, madde ötesi şuursal boyutu algılamamıza araç olsa da “sezgi”yi beynin belirli bölgelerinden yola çıkarak anlamlandırmak, “sezgi”yi anlamamızı sınırlamaktan öte gitmez. Bu düşünceden yola çıkarsak eğer acaba hiç düşündük mü?: Bethoveen, duyma yetisine sahip değilken, nasıl bu kadar eşsiz müzik parçaları besteleyebilmiştir? Görme yetisi olmayan ressam Eşref Armağan, görmeden nasıl resim yapabilmektedir?? 5 duyunun ötesinde sınırlı bir frekans skalası içerisinde duyamayan ve göremeyen kişiler, nasıl bu kadar yaratıcı olabiliyorlar acaba? Bu gibi örnekler bizleri, akılın ötesi bir değerlendirmeye, sezgiye doğru yönledirmiyor mu?

Bilim, hologram tekniği ile birlikte evrenin aslının bir hologramdan ibaret olduğunu açıklamaktadır. Tıpkı tasavvuf ehillerinin de bin yıllar öncesinden bu gerçeği “Alemlerin Aslı Hayâldir” diye ifade etmeleri gibi. Araştırmacı-Yazar Ahmed Hulûsi de, İnsan ve Sırları kitabının “Alemlerin Orijini Hayâldir” kısmında tam bu noktada şöyle demektedir: “…Alemler tümüyle hayâlden başka bir şey değildir!..” demişlerdir. Bunu kavrayabilmek, tamamıyla bir «zevk» işidir. Yani sezgi yoluyla, bu gerçeği algılayıp, bunu yaşayabilme işidir…”

Sonuç olarak, insanın hakikatini tanımada aklın önemi büyük. Ancak, belki de akıl ile sınırlı birimler olmadığımızı da anlamanın zamanı gelmiştir.

Perşembe, Şubat 28, 2008


YERÇEKİMİ (GRAVITY)

Bütün hayatı boyunca yerçekimi, karadelikler üzerinde çalışan Stephen Hawking dahil pek çok insan son birkaç yıldır merkezi Florida’da bulunan uzay turizm ve eğlence şirketi sıfır yerçekimi kuruluşunun (Zero Gravity Corp) düzenlediği uçuşlara katılıp, kısa bir süreliğine de olsa yerçekimi kuvvetinden kurtulamanın dayanılmaz zevkini tadıyorlar… Peki ama yerçekimi nedir ve etkileri nelerdir ki, yerçekimi kuvvetinden kurtulmak bu kadar zevkli geliyor?

“Yerin çekimi” dediğimizde “yer” bir anlamı ile bildiğimiz dünya-madde alanı diğer yandan “madde beden” yapımız, “çekim” ise bir “enerji-kuvvet” demektir. Diğer yandan “yerçekimi” ingilizce olarak “gravity” kelimesi ile ifade edilmektedir. İngilizce kelimenin de incelenmesini yaptığımızda “grave” kelimesi ile karşılaşıyoruz. O da türkçeye çevirdiğimizde “kabir-mezar” anlamına işaret etmektedir. Böylelikle, karşımıza “birimi madde dünya/bedene- ki bu beden mezar/kabir olarak da ifade edilmekte- çeken güç” bir anlamda!!!…

İlk kez bilim insanı Newton tarafından ortaya konulan “yerçekimi kuvveti” daha sonra Einstein ile farklı boyuta ulaşarak günümüzdeki son bilimsel kuramlardan kuantum teorisi-sicim teorileri ile farklı bir boyut kazanmıştır. O zaman “yerçekimi” kelimesini Newton’un açtığı kapıdan geçerek, sicim teorisine uzanan yolda hem bilimsel, hem de felsefik olarak birlikte inceleyelim.

Newtona’a göre yerçekimi kuvveti, cisimleri dünyanın merkezine doğru çeken kuvvettir. Bir cisme etki eden kuvvete o cismin “ağırlığı” denir. Hız verilmeden yüksekten bırakılan cisimler, ağırlıkları nedeniyle yere doğru hareket ederler. Ağırlık, çekim kuvvetleri sonucu oluşan bir büyüklüktür. Cisimleri harekete geçirebilmek için kuvvet uygulamak gerekir. Düşen bir cismin hızının artış hızı cisim düştüğü sürece her geçen saniyede aynı miktarda artar. Yeryüzü merkezinden uzaklaştıkça cisimlerin ağırlığı azalır.

Birimler kendinlerini sadece “madde beden” sanısı ile tanır ve kabul ettiklerinde, tüm yaşam madde bedene yönelik olarak yaşanmaktadır. Bu da birimden ortaya çıkan her fiil ve o fiili oluşturan her bilgi- düşünce madde bedene dönük olarak ortaya çıkacaktır. “Maddeye dönük yaşam” demek, maddenin çekim alanı içinde olmak demektir. Ne kadar çok maddeye dönük düşünce ve fiiller ortaya koyarsak ,o kadar çok madde bedenimiz ağırlaşır!!! Bu, veritabanımızdaki “madde beden” olduğumuz sanısından kaynaklanan duygu ve düşüncelerin sürekli beslenerek çoğalmasıdır ki, bu da bizim düşüncelerimizde ve duygularımızda ağırlık kazanacaktır. Ancak birimler, kendilerinin sadece madde bedenden meydana gelmediklerini “ruh” adlı hologramik dalga bedenlerinin de olduğunu ve daha ötesi bir “bilinç” varlık olduğunu fark etmeye başladıkları zaman, bu bilgiler doğrultusunda ortaya konan her düşünce ve davranışla birlikte madde beden ve onun getirilerinin ağırlığından sıyrılmaya başlayacaklardır.

Birimler, düşünce gücünü ya da akıl denilen zihinsel fonksiyonlarını yeterince kullanmadıkları, aktive etmedikleri durumlarda, veritabanlarındaki şartlanma ve değer yargıları ve onların getirdiği duyguların oluşturduğu düşüncelerin ağırlığı, yoğunluğu ile hep bedensel çekim alanı içinde kalır ve o yönde hareket ederler. Bu bedensel çekim alanından kurturacak kuvvet, yine kendilerinden ortaya konulacak yepyeni bir düşüncenin oluşturacağı kuvvettir ki, bu kuvvet ile bedensel dürtülerin çekim kuvvetinden sıyrılabilinsin. Bu kuvvet, birimin hakikatini tanıma inancı ve isteği ve bu istek doğrultusunda ortaya koyacağı fiillerdir. Ancak, bu çok kolay bir aşama değildir ve unutmamak gereken bir nokta da, birimin madde dünyasının ve dolayısıyla madde bedenin her zaman, her an madde bedene yönelik fiiller ortaya koyabilme potansiyelin kendisini bekliyor olmasıdır. Eğer bir kere birim kendini madde dünyası ve madde bedenin istek ve arzularına kaptırdı mı, zaman içerisinde veritabanından kaynaklı aldanmalarla daha da çok bu düşünce ve durum batağına saplanır ve hızla da saplanmaya devam eder.

1998 yılında başrollerini Meg Ryan ve Nicholas Cage’in oynadığı “City of Angles” (Melekler Şehri) adlı filmde bu yukarda anlatmak istediklerim, sembolik olarak bazı sahnelerde de anlatılmaktadır. Mesela, meleklerin yüksekte oturması ve yerin yani dünyanın çekim alanında olmadıklarının sembolik bir gösterimidir. Ayrıca içlerinden bir meleğin, “insan” adlı bir birime aşık olması ile O’nunla birlikte yaşama arzusu, O’nun yeryüzüne inmesi ile olmaktadır ki, bu da filmde meleğin kendini yüksek bir yerden serbest düşüş ile yerçekimi kuvvetine kendini bırakması şeklinde ifade edilir. Meleğin yeryüzüne inmesi- madde bir bedene sahip olması ile gerçekleşir ve bu madde bedene sahip olduğunu da, meleğin yere düşmesinden sonra madde bedenin getirisi olarak, hemen kendisinden ortaya vücudunda bazı noktaların kanaması ve yere düşmenin verdiği ağrılar şeklinde çıkar.

Ancak, maddeye yönelik çekim gücü, Einstein ile farklı bir boyut kazanmaktadır. Einstein, uzayın dokusuna bakmış ve insan vücudunun yapıtaşlarıyla bir benzerlik olduğunu düşünmüştür. O’na göre uzay, statik değildir ve eğilmeler ve bükülmeler mevcuttur. Einstein, maddelerin sahip olduğu enerji dalgalarının zaman-uzay ekseninde ele aldığında, yerçekimi denilen kuvvetinin dalgasal olarak, belirli dalgalanmalar, salınımlar yaparak, ışık hızı ile aynı hızıda bir noktadan diğer noktaya seyahat edebildiğini söylemektedir. Bu da kuantum teorisi ile başlayan ve günümüz biliminde şimdilik gelinen en son nokta olan sicim teorisi ile de çok rahat açıklanabilmektedir. “Yerçekimi kuvveti” denildiğinde maddenin maddeye uyarlanan kuvvetinden bahsedilirken kuantum teorisi ile bilindik evrenin hem dalga hem de parçacıktan oluştuğu ortaya atılmış ve sicim teorisi ile de evrenin titreşimlerden meydan geldiği ortaya konmuştur. Bir başka deyişle, madde bakış açısından farklı olarak ortaya konulan teorilerle yerçekimi kuvveti de madde çekim gücünün ötesinde dalgasal enerji ve bu dalgasal enerjinin titreşim frekansı ve çekim gücünden bahsedilmektedir.
http://www.youtube.com/watch?v=tpbGuuGosAY&feature=related

Tıpkı Einstein’ın Newton’un açtığı yoldan ilerlediği gibi bizler de madde beden yapısından “ruh” adlı hologramik mikrodalga beden yapısına ulaştığımızda, farkedeceğiz ki, madde beden yapısı dünya boyutu içerisinde işlevini yerine getirirken, “ölüm” denilen olayla madde beden- yerçekimi kuvveti dünya boyutunda fonksiyonunu yitirip, “ruh” adlı mikrodalga bedenle yaşamına devam edecektir. Ancak bu noktada ilginç bazı önemli unsurları da göz ardı etmemek lazım…

Evrende pozitif ve negatif enerji miktarı birbirine eşittir. Negatif enerji miktarı aynı zamanda kütleye eşittir. Çünkü kütle çekim gücü negatif enerjiyi oluşturmaktadır. Madde enerjiye enerji de maddeye dönüştüğünden pozitif negatife, negatif pozitife dönüşür.

Bu noktadan ilerlediğimiz de, madde beden sanısı içersinde yaşamını sürdüren ve tüm yaşamı boyunca madde bedenin istek ve arzularına dönük yaşayan ağırlaşmış(!) birimler, bu yaşantısını aynıyla “ruh” adlı hologramik mikrodalga bedene yüklerler, dolayısıyla dalga bedenleri de aynı düşünce ve duyguların oluşturduğu ağırlığa sahip olur. Bu da belki bilimsel olarak negatif enerji diyebileceğimiz bir şeklide açıklanabilir. İşte bu dalga bedenin ağırlaşması, tıpkı madde bedenin yerin çekim gücünden kurtulamaması gibi, ölüm ötesi boyutta da dünyanın çekim gücünden dalga bedenin bir katmanı olan antiçekim dalgasının birimden ortaya çıkamamasından dolayı otomatik olarak kurtulamayacaktır. Çünkü kendisinde bulunan enerji katmanı dahilinde, tüm hayatı boyunca bedene yönelik yaşamın getirisi olarak negatif enerji üretmiş, pozitif enerji üretememiş ve hareket gücüne sahip olamamıştır. Bundan dolayı da çekim alanından kurtulamamış olacaktır. Bu çekim alanından kurtulamamak da birimin bir bakıma kabri-mezarı bu olacaktır.(Bu konuda daha detaylı bilgi için: http://ahmedbaki.com/turkce/kitaplar/evrensel/evrensel10.htm )

Birim, kuantum teorisi ve sicim teorisinin anlatmak istediğinden yola çıkarak, madde beden sanısını bir taraf bırakıp, hakikatinin bir “bilinç” varlık olduğunu anlayıp, bu yönde yaşamına yön verebilirse, bir nevi kuantsal bakış açısı ile yerçekimi kavramından sıyrılıp, var kabul ettiği bedensel varlığının hükmünün geçerli olmadığı bir bilinçsel seyre dalabilir.

Yine bu tarz bir yaklaşımı başrolünü Jodie Foster’ın oynadığı “Contact” adlı filmin en etkili sahnesinde görebiliyoruz. Bilim insanı bir uzay mekiğine konuyor ve fırlatılıyor. Bilim insanı bedensel olarak dışardan gözleyenlere göre mekikte hiç bir yere gitmiyor ve mekik yerçekimi kuvveti ile çok kısa bir zaman içerisinde yere düşüyor. Ancak, kendisi bir bilinç seyri yaşıyor ve o bilinç seyrinde solucan deliklerinden geçip, karadeliklerden akdeliklere, galaksilerden galaksilere yolculuk yapıyor. Uzay-zaman bükülüyor, dünyanın yerçekimi kuvveti hükmünü yitiriyor.

İşte belki de yazının başında pek çok kişinin yerçekiminden arındırılmış bir mekanda bulunmak istemelerinin sırrı da burada yatmaktadır. Bedenin ağırlığından kurtulmak, beden ötesi bir varlık yani “bilinç” varlık olmanın dayanılmaz hafifliğini tecrübe etmek!!!... Bunun ilk basamaklarından biri ise bir bakıma Matrix1’de Morpheus’un Neo’ya seslenişinde yatmakta: “FREE YOUR MIND!!!”

Çarşamba, Ocak 30, 2008


HAFIZA II. BÖLÜM

2004 yılında gösterilen “Eternal Sunshine of the Spotless Mind”, hafıza ve hafızanın silinmesine yönelik bilim insanlarının yaptığı pek çok deneyden etkilenerek yaratılmış bir film. Filmde birbirini unutmak isteyen iki sevgilinin hafızalarından birbirleri ile ilgili anılarını silmek istemeleri ve bunu bir çeşit operasyonla gerçekleştirmeleri yer almaktadır. Filmde ilginç olan, iki sevgilinin hafızalarında birbirleri ile ilgili anılarını sildirmiş(!) olmalarına rağmen, ilk tanıştıkları yere gelmeleri ve tekrar tanışmalarıdır. İşte filmdeki bu son belki de “hafıza”nın hakikatini çözmemizde bize ipucu olabilecek başlangıç noktalarından birisi olup, akla şöyle bir soru gelebilir: Kahramanlarımızın birbirleri ile ilgili olan anıları somut olarak adlandırdığımız beyinde belirli bir bölgede ise, sildirdiklerini düşündükleri bilgileri neden tekrar yaşamaktadırlar? Onları aynı yere, aynı bilgileri tekrar yaşamaya acaba RUHları mı sürüklemiştir???... Bu soruyu şimdilik bir kenara bırakıp, diğer bir başlagıç noktası sayılabilecek bir deneye göz atalım…

Nöropsikolog Karl Lashley, fareleri bir labirent içinde koşturmak gibi çeşitli görevleri yerine getirmek üzere eğitir. Daha sonra, farelerin beyinlerinin çeşitli bölümlerini (o yöndeki anılarını kapsayan bölümleri) ameliyatla çıkartır. Ancak, farelerin beyinlerden hangi oranda parça alırsa alsın, Lashley farelerin anılarını ortadan kaldıramadığını ve hareket yetenekleri zayıflamış olmalarına rağmen, farelerin eğitildikleri görevleri eksiksiz bir şekilde yerine getirdiklerini gözlemler. Bu deneyde ortaya çıkan sonuç, nörocerrah Karl Pribram’a hatıraların beynin belirli bir bölümünde yerleşmiş olmadığını ve tüm beynin içerisinde holonomik (holonomic model of brain function) olarak, tümüne yayılmış olarak dağılmış olabileceğini düşündürmüştür. Bu da başta Karl Pribram ve fizikçi David Bohm olmak üzere günümüzdeki hemen hemen tüm bilim insanları tarafından benimsenen “beynin holografik olarak işleyişi teorisi”ni ortaya çıkarmıştır. http://www.ifi.unizh.ch/ailab/teaching/semi2005/presentations/WhereIsMemory_HandschinBeutler.pdf
Şimdi yukardaki iki önemli noktadan (ruh ve hologram’dan) yola çıkarak “hafıza” bilmecesini çözmeye çalışalım….

Bilim insanlarının “hafıza” ile ilgili gerçekleştirdikleri tüm deneylere baktığımızda, onların madde olarak algılanan beyin ve beynin belirli bölgeleri üzerinde çalışmakta ve deneylerini çeşitli hayvan türleri üzerinde gerçekleştirmekte olduklarını görürüz. Ancak somut olarak algılanan evren, Kuantum Teorisi ile yeni bir anlam kazanmış ve mikro evren beyinin de gerek dışardan(!) 5 duyu yardımı ile aldığı gerekse yaydığı dalgalardan ibaret olduğu ortaya çıkmıştır. Öyle ki, bu bilgi içeren dalgaların oluşturduğu manyetik alan, mikrodalga hologramik bir bedendir de ayrıca…

İşte bu noktada bilim insanlarının belki de yapmaları gereken; başta hafıza fonksiyonu olmak üzere tüm zihinsel fonksiyonları incelerken, “somuttan” yola çıkıp, sadece somut olanla sınırlınmamalıdırlar. Çünkü “hayvan” adlı birimin beyni “insan” adlı birimin beynin ürettiği türden dalgalar üretememekte ve hafıza fonksiyonları “somut” olarak adlandırılan beyin çerçevesinde sınırlı bir şeklide faaliyet göstermektedir. Dolayısıyla, hafızanın hakikatine giden yol “somut” incelemelerden geçmeyip, “soyut” diye adlandırdığımız frekans-dalga boyutundaki incelemelerden geçmektedir kanısındayım. Aksi halde aşağıdaki fıkrada hafızayı araştırmaya çalışan doktorun durumuna düşülebilir:

Üç yaşlı adam hafıza testindedirler. Doktor ilk yaşlı adama sorar:
-Üç kere üç kaç eder?
-274..?
yanıtını alınca doktor üzgün bir şekilde ikinci yaşlı adama döner:
-Şimdi sizin sıranız. Üç kere üç kaç eder?
-Salı..?
Doktor artık iyice ümitsiz şekilde üçüncü yaşlı adama döner:
-Evet, şimdi de sizin sıranız üç kere üç kaç eder?
-Dokuz..?
cevabını sevinçle karşılayan doktor :
-Bu harika, nasil buldunuz? der.
Üçüncü yaşlı adam sakince:
-Oh, çok kolaydı. Sadece “274” ten “Salı”yı çıkardım.?!!!

O zaman şimdi, HAFIZA I. BÖLÜM’de moleküler boyutta gerçekleştirdiğimiz seyri bir de beynin hologramik olarak işleyişi düşünceleri ile aralanan kapıdan geçerek, dalga-frekans okyanusuna yelken açarak gerçekleştirmeye ne dersiniz?…

Nöron aktivitesi, moleküler boyutta biokimyasal tepkimler olarak göze çarparken, atomaltı dediğimiz boyutta ise dalgasal yani salınımsal aktivite formatında algılanabilinir. Daha basit bir anlatımla; beyin hücrelerinin birbiri ile iletişimi yani bilgiyi alıp, kodlaması ve depolaması, o bilginin içeriğine göre frekanssal titreşimlerin meydana getirdiği “dalga”lardan oluşmaktadır. Bu dalgasal aktivite bir manyetik alan oluşturmaktadır. Bu manyetik alan mikrodalga ve bilginin açığa çıkması açısından da hologramik görüntüye sahip olan “RUH” adını verdiğimiz bir yapıdır. (Bu manyetik alan hakkında daha geniş bilgiyi

Kuantum Teorisi’nin araladığı kapıdan geçen Profesör McFadden’in 2002 yılındaki “Senkronize Ateşlenme ve Beynin EM Alanı Üzerine Etkisi: EM Bilinç Alanı Teorisi Üzerine Bulgu” adlı makalesinde açıkladığı çalışması, bu konuda ilk defa 1972 yılında araştırmacı-yazar Ahmed Hulûsi tarafından kaleme alınan “Ruh” adlı mikrodalga yapılı hologramik bedenin hakikati konusuna destekler niteliktedir.

1972 yılında henüz Kuantum Teorisinin bilinçlerde anlamlaştırılmadığı bir noktada “hafızanın hakikati” Ahmed Hulûsi tarafından “Ruh-İnsan-Cin” adlı kitabında bakalım nasıl kaleme alınmış:

"…İnsan" ismiyle bilinen ölümsüz varlığın, ebedi yaşamını sürdürdüğü "dalga bedendir"... Görüntüsü hologramiktir!.. Beynin ürettiği, Yüklenmiş dalgalardan oluşmuştur... Beyin tarafından üretilir ve ve beyin kendindeki tüm düşünsel verileri dalga olarak "RUH"a yükler.Enerjisini beyinden alan dalga beden (ruh), aynı zamanda beyinle karşılıklı alışveriş içindedir; ve beyni enerji yönünden takviye etmektedir... Aynı, bir otomobil motorunun aküden hem enerji temin etmesi, hem de aküyü şarj etmesi gibi... "Hafıza-bellek" esas olarak bu "dalga" bedendeki bilgi yüküdür... Beyin, ihtiyaç duyduğu bilgileri buradan alır... Eğer, beyinde herhangi bir fonksiyon yetersizliği olursa, dalga bedendeki bilgileri geri alamadığı için "unutma" veya "hatırlayamama" dediğimiz olay meydana gelir... "Ruh bedenin" dışarıdan görünüşü aynen bir hologram gibidir...”

Bu çok önemli bilgiyi biraz daha incelersek …

Nöronlarda işlenen, depolanan ve geri çağrılan bilgiler, bir yönü itibariyle elektriksel bir aktivite gösterirken, diğer yönüyle dalgasal bir aktivite göstermektedir. Beynin ürettiği manyetik alana sahip olan “ruh” adını verdiğimiz hologramik dalga beden, nöronda işlenen bilgileri hologramik olarak depolar. Her nöronun etkinliği (bilgiyi işleyiş, depolayışı) bir dalga boyu oluşturur. Daha sonra benzer dalga boylarında gelen frekanslar beyinde kayıtlı bulunan frekanslarla bir çağrışım yapar ve bu yol ile “geri çağırma-hatırlama” sağlanır. Nöronların, hologramik olarak yarattığı dalga girişim ve kesişimlerinden oluşan holografik model, beş duyuyla algılanan görüntüleri oluşturur. “geri çağırma-hatırlama” dediğimiz işlem de ise tam tersi olarak, görüntü, ses, koku gibi frekanslar belirli bir yoğunluk alır.
Sonuç olarak, kendini madde beden zanneden birimin “ölüm” denilen madde bedenden hologramik dalga bedende yaşamını sürmesinde hafıza fonksiyonunun işlevselliğinin çok önemli bir yeri vardır. “Ölüm” denilen olaya kadar beyin ve hologramik dalga beden arasındaki bilgi alışverişi sürmekte ve her an, her işlenen ve depolanan bilgi geri çağrılıp, yaşanmaktadır. “Ölüm” denilen olayla da mikrodalga bedene kodlanan, depolanan her bilgi hologramik görüntü şeklinde ortaya çıkmakta ve “boyuna geçirilmiş kitaplar, dürülmüş defterler okunacaktır” tarzındaki tasavvuftaki mecazi ifadeler “yaşanılanlar yaşanılacaktır” şeklinde bilinçte yerini bulmaktadır.






Perşembe, Ocak 17, 2008


HAFIZA I.BÖLÜM

“Beyin” ve “ruh” çözümlenmesi, anlaşılması gereken en büyük, en muhteşem bilmece (puzzle). Somut olarak algıladığımız beyinden yola çıkıp, ruhun sonsuz derinliklerinde yol almaya başladığımızda “hafıza” diye adlandırdığımız çözümlenmesi ve anlamlandırılması gereken bir başka kavramla karşılaşıyoruz.

“Hafıza” diye adlandırılan bu kavramı anlamada öncelikle moleküler boyutta bir yolculuğa çıkmaya ne dersiniz?...

Beynimizde milyarlarca sinir hücreleri (nöronları) bilgiyi bioelektriksel ve biokimyasal olarak işlemektedir. Beynimize duyu organlarımız ile ulaşan ya da veritabanımızda (database) mevcut olan her bilgi, somut olarak ele aldığımızda biokimyasal maddelerin oluşturduğu bir bioelektriksel akımdan ibarettir. Bu her bilginin nöronlara yüklenip “işlenmesi-kodlanması" (encoding) işlemine “öğrenme” adı verilmektedir. Bu kodlama sırasında bazı bilgiler “depo”lanır (storage). Depolanan bilginin bulunduğu yerden çağrılmasına da “hatırlama” denilmektedir. İşte “Hafıza” diye adlandırdığımız kavramı bu üç safha ile anlamaya başlayabiliriz.

Bilgiler beyinde çeşitli yollarla anlamlandırılıp, işlenir ve depolanır: Beyne ulaşan bilgiler öncellikle duyu organları yoluyla algılanıp, depolanır ve belirli bir süreç içerisinde bu bilgilerden bazıları bir sonraki aşamaya geçer, bazıları ise kullanılmamak üzere depolanmadan silinir. Bu aşamada bilgiler anlık değerlendirmeye sokulur. Bu bilgi akışının (nöron aktivitesi), anlık değerlendirme şeklinde ortaya çıkışını “zekâ” diye adlandırabiliriz. Bu noktada bilgi, anlık değerlendirilme neticesinde “tepki” diye adlandırabileceğimiz fiziksel bir reaksiyona dönüşebilir ya da daha sonra sürekli kullanılmak üzere kişinin veri tabanındaki bilgiler doğrultusunda işlenir ve depolanır. Bilginin, kodlanma ve depolanma işlemlerini kolaylaştıran ve akışkanlığı sağlayan serotonin, glutomat, dopamin, norepinefrin, asetil kolin gibi bazı kimyasallar ve protein molekülleri vardır. Bu kimyasal elementler sayesinde nöronlar arasındaki bioelektriksel ve biokimyasal akış ne kadar düzenli ve etkin olursa, depolanan bilginin geri çağrılması (hatırlama) da o kadar güçlü ve etkin olur. Ancak, bunun tersi bir durumda mesela, beyin stress hormonu salgıladığında, nöronlar arası bilgi-enerji transferini (bilgi aktarımı ve işleyişi) bozar ve hafıza fonksiyonu dediğimiz o üç safhadaki işleyiş sağlıklı bir şekilde gerçekleşemez.

Hafızanın işleyiş mekanizmasına moleküler boyuttan bakmaya devam ederken, çözümlenmesi gereken başka bir bilmece daha ortaya çıkmakta. O da; hafızanın somut olarak adlandırdığımız beyindeki yerinin neresi olduğu konusu. Bilimadamlarınca “hafıza” denildiği zaman beyinde öne çıkan “hipokampus” adlı bölge ve eski ve yeni bilgilerin depolandığı beynin en dış tabakası (korteks) olduğu düşünülmektedir. http://www.nationalgeographic.com.tr/ngm/0711/multimedia_hafiza2.aspx?Konu=1

Bu şekilde düşünmelerinin sebebi, öncellikle hipokampus bölgesinin, bilgileri ana depoda kalıcı olup olamayacağına karar veren bir role sahip olması olabilir. Bu karar verme işlemi pek çok kaynakta benzer olarak şu şekilde anlatılmaktadır; hipokampusa ulaşan düşük frekanslı bioelektrik akışı zayıf sinaptik bağlar oluşturur ve bu zayıf elektrik akımı yüzünden de beyin korteksine hipokampustan etkin sinyal gelmediği için bazı bilgiler kayıt edilemez ya da hipokampustaki nöronlar arasındaki bilgileri aktaran sinaptik bağların güçlü iletkenliğe sahip olması, kortekse etkin sinyaller yollanmasına ve bilgilerin kalıcı bir hal almasına yol açar. İşte bu zayıf ya da güçlü akımlara neden olarak, “duygu” diye adlandırdığımız çeşitli biokimyasal tepkimelerin zayıf ya da yoğun sinyaller vermesi yol açmaktadır. Örneğin, bunlar bizim dışardan bakış açısı ile baktığımızda “sıkıcı”, “ilgi uyandırmayan” veya “uyandıran” ya da “heyecan veren” diye nitelendirdiğimiz duygusal etiketli tepkimelerdir. İşte “duygu”lar dediğimiz bazı (heyecan, ilgi uyandıran…) biokimyasal tepkimelerin yoğun aktivasyonu hipokampusta yoğun nöron hareketi oluştururuken ve kortekse aktarılarak kaydedilirken, bazı zayıf biokimyasal tepkimeler, (sıkıcı bulmak, heyecanlanmamak, önemsememek…) zayıf nöron hareketi oluşturup, bilgi aktarımını ve kalıcılığını engellemektedir.

Belki de bu yüzden bilimadamları hafızayı incelerken özellikle hipokampus üzerinde durmakta ve hafıza ile ilgili yaptıkları deneylerin hemen hemen hepsi hipokampus ile ilgili olmaktadır. Bu araştırmalar içerisinde en ilginç olanlarından birisi Kaliforniya Üniversitesi Los Angles Kampüsünde Ted Berger ve yardımcılarının 2007 yılında üretmeyi başardıkları dünya üzerindeki ilk hafıza implantının prototipi olan “silikon-yapay hipokampus”tur. Bu yaratılan çip, anı oluşumu için önemli olan hipokampustaki beyin hücrelerinin bir bilgisayar donanımı (hardware) şeklindedir. Bu çipin beyinde hasar görmüş nöronların yerini alabileceği düşünülmektedir. Çip iki yönlüdür; hem bilgiyi üretebilmekte, hem de kendisine ulaşan sinyalleri tıpkı canlı bir hücre gibi alabilmektedir. Ancak çip, kısıtlı sayıda nöron içermektedir. Bu nöronlar, canlı beyin dokularından ulaşan benzer sinyalleri alıp, bunları dijital sinyallere çevirir ve daha sonra da bu sinyalleri tekrar benzer sinyallere dönüştürerek sağlıklı nöronlara yollar.

Hafıza fonksiyonunda başrolü oynayan aktörü “hipokampus” olarak ilan eden bilimadamları, bir yandan “yapay hipokampus” yaratma noktasına kadar gelirken, diğer yandan da hafızdaki anıların silinmesi konusunda aralıksız deneyler gerçekleştirmektediler. Bunlardan bir tanesi, New York Üniversitesi Nörobilimadamı Joseph Le Doux’un gerçekleştirdiği bir deneydir. Bu deneyde kendi ürettikleri bir kimyasalı fareler üzerinde kullanırlar. Bu kullanılan kimyasal, farelerin hafızasında önceden öğretilmiş “korku” içerikli bilginin, hücreler arasındaki geçişini-bilgi aktarımını bloke eder. Bu bloke edilen bilgi (silinen bilgi) bir başka deyişle “hafızada kodlanmış anının silinmesi” olarak ilan edilir. Ancak, bilimadamı ve ekibi, bu işlemin her ne kadar bir bilginin silinmesi şeklinde olduğunu düşünseler de, ana hafızayı-anı bankasını silmeyeceklerini de açıklamaktadırlar.

İşte bu son cümle ve 2004 yılında “hafıza” ve “hafızanın silinmesi”ne yönelik yapılan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” adlı filmin (http://www.youtube.com/watch?v=7UwJtDRQkoE&feature=related) sonunda gelinen nokta, “hafızanın hakikati”nin ne olduğu konusundaki bilmecenin çözülmesine belki de katkıda bulunmaktadır. Öyle ki, bilimadamları “hafıza” fonksiyonunu beyinde tüm biokimyasal ve bioelektriksel işlemleri ile moleküler boyuttan anlamaya çalışsalar da, “hafıza” adlı fonksiyonun çözümlenmesi için daha derin boyutlarda, ruhun sonsuzluğuna doğru olan yolda seyr etmenin zamanı geldiğinin belki de farkına varmaya başlamışlardır. İşte bu yolculuk, sonun başlagıcıdır…

Pazar, Aralık 23, 2007


AMİGDALA (AMYGDALA) 2. BÖLÜM

“En büyük korkunuz nedir?” diye sorulsa, pek çok korku ve fobi adı altında ortaya çıkanların kökeninde “Ölüm” korkusu olduğunu göreceğiz. Korkunun merkezi olarak bilinen amigdalanın da bu en önemli korkulan unsurla yani “ölüm” korkusu ile bağlantısının olması gerektiği düşüncesinden yola çıkarsak eğer, “Ölüme Yakın Tecrübelerde (Near Death Experiences-NEDs-)” ve “ölüm” denilen olayda hipokampus ve amigdalayı incelemeye devam etmenin gerekliliği tekrar ortaya çıkmaktadır.

Bilim adamları “Ölüme Yakın Tecrübeler (NEDs)”in neden kaynaklandığı konusunda çeşitli fikirler üretmektedir. Bunlardan bir tanesi ve belki de en önemlisi, Kentucky Üniversitesinde nörofizyolojist olan Kevin Nelson’ın açıklamasıdır. Bu açıklamaya göre; oksijen seviyesinin düşmesi ile hipokampusta oluşan bir çeşit bioelektrik boşalımın, hipokampusun duygusal hafızanın merkezi olması nedeniyle kişide “tüm yaşantının göz önünden akıp gitmesi” denilen olayı yaratması ve amigdaladaki bir çeşit kimyasal maddenin (endorfin) salgılanarak, “öfori (euphoria)” denilen bir his uyandırıp, bedenden kopukluk hissedilmesi ile geçici olarak yaşanan tüm bu “göz önünden akıp giden hayatın”, “ruh” denilen mikrodalga bedende hologramik biçimde görselleşmesidir.

“Ölüme Yakın Tecrübelerde (NDEs)” hipokampusun ve amigdalanın önemli rolü tartışılırken bir de isterseniz, “Ölüm” denilen olayda da hipokampusun ve amigdalanın nasıl bir rol oynadığına bakalım…

Nörofizyolojist Dr. Rhawn Joseph, “brainmind.com” adlı web sitesinde, “Ölüm” anında hipokampus ve amigdalanın aktiviteleri hakkındaki açıklamaları, Kevin Nelson’ın “Ölüme Yakın Deneyimler (NDEs)” hakkında yaptığı açıklamalara benzer bir paralellik teşkil etmektedir. Joseph’ın açıklamasına göre de, hipokampusta kayıtlı olan ve amigdalada etiketlenen tüm anılar ve o anılara bağlı suçluluk, üzüntü gibi tüm duygular “ölüm” adlı tecrübenin bir parçası olarak “ruh” adlı mikrodalga bedende hologramik olarak tekrar yaşanır. “Ölüm”ü tadan kişi, vücudundan yukarı doğru bir seyir, tüm yaşantının bir film gibi tekrarlanması, bu tekrarlanışla birlikte kendini yargılama, sorgulama, bir çeşit vicdan muhasebesi yapmaya başlar. Aslında bu aktivitelerin hepsi temporal loptaki ve hipokampus-amigdaladaki bioeleletrik akımının boşalması ile meydana gelmektedir.

Bu iki nörofizyoloğun hem “Ölüme Yakın Deneyimler” hem de “ölüm”ü tatma olayı hakkındaki aynı paralellikteki açıklamaları, Üstad Ahmed Hulûsi’nin 20 sene önce yazdığı “İnsan ve Sırları1” kitabında yaptığı ölüm anı açıklamalarını doğrular niteliktedir:

“…Beynin yolladığı bioelektrik enerji, bedenin en uç noktasından beyne en yakın noktaya doğru bir kesilme gösterdiği için de, bu kişide en uç noktasından yani ayaklarının ucundan Ruh yukarı çekiliyormuş gibi bir mânâ şeklinde yorumlanıyor.Oysa bu, hücrelerdeki elektriğin kesilmesi sırasında, başa doğru olan o bölümlerdeki hissizliği kişi farkediyor. Çünkü esasında, beyindeki bioelektrik kesilmesi sonucunda bedende de çekicilik kalkıyor!... Bedenden çekicilik kalktığı zaman, zaten otomatik olarak kişilik Ruhu bedenden ayrılıyor!..Bu olay bir anda oluyor! Kişinin ayak ucundan çekiliyor diye hissettiği şey, beynin bedene yaydığı bioelektriğin kesilmesinin, en uç noktadan itibaren farkedilmesi olayı…

Tüm hayatımız boyunca duygusal olarak yaşadığımız her bilginin ve o bilgiye ait bağlantılı tüm duyguların sadece beynimizdeki bilgisayarda değil de backup’ı yani bir çeşit yedek bilgisayar olan “ruh” adlı hologramik mikrodalga bedene de aynı şekilde kaydedilmesi ve ölüm ötesi sonsuz yaşamda bu kaydedilen her bilginin neticelerinin hologramik olarak tekrar yaşanmasına etken olan hipokampusun ve amigdalanın rolü önemlidir. Ancak bu durum, Dr. Joseph’in yaptığı ek bir açıklama ile daha da ilginç bir hal almaktadır; Dr.Joseph, “ölüm” denilen olayın başlaması ile hipokampus ve amigdalanın, beyinde hem ilk etkilenen bölgeler, hem de ilk etkilenmesine rağmen fonksiyonu duran en son iki bölge olduklarını açıklamaktadır.

Bu da bizleri şöyle bir düşünme noktasına getirebilir: Eğer bizler, tüm hayatımız boyunca hipokampusta depolanan ve amigdalada etiketlenen daha çok “korku” merkezli duyguların hükmü altında yaşamışsak ve bu kaydedilmiş bilgiler aynı şekilde “ruh” adlı mikrodalga bedene de otomatik olarak kaydedilmişse, “ölüm” adlı olayı yaşamaya başladığımız andan itibaren madde beden olarak algıladığımız bu bedenden hologramik mikrodalga bedenle ölüm ötesi yaşantıya geçişteki en son anda yine hipokampus ve amigdalanın hükmündeyiz. “Gost (Hayalet)” adlı filmi hatırlayın. Filmde ölümü tadan ana karakterin öldüğünü anladığı ilk anları gözünüzün önüne getirin; tüm korku ve endişelerin ortaya çıktığı tüm duyguların en yoğun şekilde yaşandığı o anı… İşte o an, o hissediş, hipokampus ve amigdalanın etkin faaliyetinden başka bir şey değil.

Tecrübe ettiğimiz ve kaydettiğimiz, amigdala sayesinde de birbirine zincirleme eklediğimiz korku ağırlıklı duygularımızı sadece bu dünyada yaşamakla kalmıyor “ölüm” adlı olayı yaşamaya başladığımız ilk andan son ana kadar da bir film gibi tekrarlayarak ölüm ötesi yaşama geçiyor ve ölümötesi yaşantıda da neticeleri ile karşı karşıya kalıyoruz. O zaman, sadece bu dünyadayken değil, ölüm anı ve ölüm ötesi yaşam için de hipokampus ve amigdalaya yüklediğimiz özellikle tüm korkularımız ve vesveselerimiz bizler için önemli bir hal almaktadır. Peki, ne mi yapmalıyız? “Amigdala” adlı bir önceki yazının son kısımlarını okumanızı öneririm.

Salı, Aralık 04, 2007


AMİGDALA (AMYGDALA)

İnsanların çoğu kaybetmekten korktuğu için, sevmekten korkuyor.
Sevilmekten korkuyor, kendisini sevilmeye layık görmediği için.
Düşünmekten korkuyor, sorumluluk getireceği için.
Konuşmaktan korkuyor, eleştirilmekten korktuğu için.
Duygularını ifade etmekten korkuyor, reddedilmekten korktuğu için.
Yaşlanmaktan korkuyor, gençliğin kıymetini bilmediği için.
Unutulmaktan korkuyor, dünyaya iyi birşey vermediği için.
Ve ölmekten korkuyor aslında yaşamayı bilmediği için...”

William Shakespeare’in “korku” hakkındaki bu sözleri beni korkunun kaynağına yani beyne yöneltti. Gelin birlikte bu kaynağı-fabrikayı yani beyni gezelim ve özellikle “korku”nun ve ondan açığa çıkan diğer duyguların bu fabrikada nasıl işlendiğine bir göz atalım…

Fabrika yani üreten kaynak “beyin” ve bu fabrikadaki binlerce işçi (nöron), kendine ulaşan bilgileri işlemekle, ortaya koymakla her an meşguldür. Ortaya koydukları işin vasıflarına göre sınıflanmış nöronlar, gruplar halinde kendilerindeki bilgi doğrultusunda gece ve gündüz, uyku hali ya da uyanıklık hali gibi durumlarla sınırlanmadan, yani bu durumlar onlar için bir şey ifade etmeden, “ölüm” denen tecrübeye kadar devamlı olarak çalışmaktadırlar. İşte bu nöron gruplarından biri olan ve özellikle korkuları, bu korkulardan doğan vehim, vesveseleri gibi pek çok duyguları oluşturan, “badem (amigdala-amygdala)” işçi grubu, beynin yani fabrikanın bir ucunda, limbik sistem denilen bölümde sağ ve sol iki küçük gruptan oluşmaktadır. Onlar için kısaca “duygusal beyin merkezi” denilebilir. Özellikle “korku”nun kaynağıdır, yaratıcısıdır. Limbik sistemdeki diğer grup olan “hipokampusla (hippocampus)” -ki bu grup anıların deposudur- koordineli bir biçimde çalışmaktadırlar. Hipokampus depolanmış bilgileri, anıları sinapslara yani elçilere, basit anlamda bioelektriksel olarak yükleyerek amigdalaya gönderir. Burada bu bilgiler “duygusal” nitelik taşıyan etiketlerle etiketlenerek, şablonlar halini alır ve tabii bu duygusal davranışların tepkimeleri yani ortaya çıkmaları da genellikle başta “korku” olarak nitelendirebileceğimiz davranışlar olarak fiile dökülür.

Eğer işin biraz daha derinine inersek…

Fabrikada değer yargıları ve şartlanmalarla programlanmış veri tabanı (data base) kaynaklı edinilen bilgiler ışığı altında amigdala, kendisine ulaşan her bilgiye “bu bana zarar verir mi?”, “bundan nefret eder miyim?” gibi sorularla vücuttaki hormonların yani belirli bir grup hücrenin çalışmasına sebep olur, bu üretilen bilginin hormonlar aracılığı ile “kardiyovasküler sistem”, “kaslar”, “bağırsaklar” adı altındaki diğer hücre gruplarını aktive ederken aynı anda da beyin köküne “daha hızlı nefes al, kan basıncı artsın!, hazım engellensin” gibi bilgileri geçerek çeşitli reaksiyonları oluşturur. Tabii bu gibi aktiviteleri yapmasının bir açıdan başlangıç diyebileceğimiz noktası, kendisine ulaşan bilgileri önceden kendisinde işlenmiş olan bilgilerle yani veri tabanındaki (data base) mevcut olan bilgilerle bir takım bağlantılar kurarak ve her bilgiye “duygusal” bir etiket yapıştırarak gerçekleştirmiş olmasıdır.

Bize “göre” “geçmiş” diye adlandırdığımız bir noktada yaşanmış “korku” etiketi altındaki bir bilgi, amigdalada mevcut olduğu için bir bakıma “ayna” fonksiyonu ile yani yansıtma, bir nevi “ tekrar görüntüleme” şeklinde o bilginin tekrar yaşanmasını ya da benzer bir deneyimin oluşmasına sebep olabilir. Örneğin, büyük bir gürültü duyduğunuzda, amigdala hemen bu gürültü ile ilgili daha önceki bilgiden ortaya çıkmış duyguları aktive ederek, aynı duyguların benzer olayda tekrar yaşanmasını sağlar; eskiden oluşmuş duygular, o yeni bilgiye- duruma aynı şekilde kopyalanıp, adapte edilir.

Görsel ya da duyuşsal durum dışında, bizim dışımızdaki(!) kişilerin yaşadığı duygusal durumlarda da aynı duygunun bizde de açığa çıkması, yansıması kaçınılmazdır. Prof. Dr Marcola Iacoboni bu durumu “ayna nöron”larla açıklamaktadır. Ona göre, karşımızdaki bir kişinin yaşadığı duygusal bir durum, ayna nöronlar vasıtası ile bizim beynimizdeki amigdalada daha önce yaşadığımız benzer duygusal durumlarla eşleşip, bizden de aynı şeklide açığa çıkabilmektedir.

Bu öylesine ilginç bir oluşumdur ki, amigdala herhangi bir “korku” ya da “endişe” etiketli kendisindeki ya da dışında diye algıladığı başka(!) birisindeki mevcut bilgiyi “duygusal” olarak etiketleyip, depolarken, bir yandan da buna benzer yeni bilgileri de oluşturduğu şablonlarla etiketleyip “süregiden bir korku-endişe-vesvese bilgisi zinciri” oluşturmaktadır.

Veri tabanımızdaki (data base) mevcut olan ve amigdalada “duygusal” olarak etiketlenen bilgiler ve bir de yeni bilgilerin de eski bilgilerle kıyaslanarak, işlenmesi bizleri tamamen “duygusal” bir girdaba sokmakta ve bu girdabın en kuvvetli elemanlarından olan “korku” ise tüm duygulara sanki hükmederek, zaman zaman akıl ve iradeyi devre dışı bırakmaktadır. Çünkü, beyinde yani bu fabrikada akılcıl olarak işlerin yürütülmesini sağlayan ve koordine eden “neokorteks (neocortex)”, limbik sisteme ulaşan bilgiyi amigdalanın tersine daha sağlıklı değerlendirip, yorumlayarak işlemden geçirerek limbik sisteme geri yollarken, amigdala kortekse göre daha hızlı işlem yapar ve kendisine gelen bilgiyi önceki bilgilerden birisine benzerlik gösterdiği anda uygunluğunu tespit edip, etiketleyip limbik sisteme geri yollaması ve ana işletim sistemde yerini almasını sağlar. Bu da bizim dışardan çoğu kere “duygusal” bazlı “fevri- önyargılı-vesveseli” davranış dediğimiz çıktılara yani fiillere sebep verir.

İşte bu gibi duyguların aklın önüne geçip, ortaya çıkması, bilincin hakikatine yönelik yaşamasını engelleyebilmektedir. Bundan dolayı, amigdalanın bu yöndeki duygusal etiketleme işleminin önüne geçmenin tek yolu, “iman” gücüdür. Bakın bu durumu Üstad Ahmed Hulûsi de 1996 yılında yazdığı“İslâm” adlı kitabının “Cehennemden Ne İle Çıkılır” bölümünde nasıl açıklamış:

“… insan, hayatını cehenneme çeviren vehim gücünün üstesinden akılla gelemez!. Vehim kuvveti yani “yoku var sanıp, varı yok sayma” özelliğinin üstesinden gelecek olan insandaki güç akıl değil, imandır!. Vehim, akıl ve ona dayalı olan tefekkür mekanizması üzerinde rahatlıkla tasarruf ederken, fiilleri direkt yoldan etkileyen iman karşısında daima yenik düşer!. İşte bu yüzdendir ki “Dini” anlaması için akıllıya teklif yapılmış ve iman ederek yürümesi önerilmiştir!.
İnsanın, gerek dünya yaşamındaki cehennemî sürec, ve gerekse de ölümötesi yaşamındaki cehennemi, hep onda galip gelen vehim kuvvesinin sonucudur!. Bunun sona erdirilmesi ise yalnızca iman kuvvesi ile mümkündür!...”

Yukarıdaki bilgilere ek olarak, bir de Yunus Suresi’ni 62-63 de okuyalım:

Açın gözünüzü! Allah veliylerine (hiç birşeyi kalmamış) korku yoktur” ve onlar mahzun da olmazlar. Onlar ki iman etmişlerdir hakikatlerine ve sünnetullah’ın gereği korunmayı gerçekleştirmişlerdir.”

Sonuç olarak, beynimizde yani fabrikada çalışan iki küçük badem büyüklüğündeki grubun beynimiz üzerindeki duygusal etiketli (korku-endişe-vesvese gibi…) etkilerinin hakikati anlamaya ve yaşamaya doğru yol alan beyinler için farkedilmesi gereklidir. Bu farkedişle birlikte, atılacak adım, beynimizde mevcut olan sonsuz sayıdaki “Mutlak Bilinç”e ait özellikleri keşfederek, bu yönde, bu inanç doğrultusunda bilgilerin açığa çıkmasını sağlamaya çalışmaktır. Buna inanmak öylesine bir güçtür ki, hakikatimize ulaşmakta bize engel oluşturacak duygusal etiketleri ve etkilerini silip, yok edebilir.

Perşembe, Kasım 22, 2007


ŞİFRE (PASSWORD)

Yaşadığımız çağ “şifre” çağı!!!... Hayatımızın her noktasında “şifre” kullandığımız çağ… Banka hesaplarımız, değerli mallarımızı sakladığımız kasalardan tutun cep telefonumuza ve bilgisayarlarımıza ve içerisindeki programlara giriş, vs… hepsi de “şifre”li. Kısacası “şifre” dolu bir yaşam….

Nedir bu şifrelemenin altında yatan amaç? Amaç; bizzat yarattığımız harf ve rakamlardan oluşan kodlar, şifreler ile özelimizi değerli(!)lerimizi; malımızdan tutun düşüncelerimizi, duygularımızı kısaca bize ait olanı “kendimizdekini korumak”. Öyle ki, kimse giremesin, kimse ulaşamasın onlara!!! Yani, “bizim olan bizde kalsın!!!”.

Bir de şifrelemede dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır; o da oluşturacağınız şifrenin kısa ve akılda kalıcı olması, mümkünse ezberlenecek kadar da sade ve net olması ki, bu ezberlenen şifre hiçbir zaman unutulmasın değerli(!)ye ulaşmada...

Peki… Acaba farkında mıyız bu şifreleri oluştururken, şifre (kilit) altına aldıklarımızın hayatımıza ne gibi çözülmesi gerekli şifreler (kitlenmeler) de getirdiğinin? Farkında mıyız şifre içinde şifre oluşturduğumuzun?! Farkında mıyız şifrenin gerekliliğini düşünürken, kendimizden kendimize koyduğumuz şifrelerin bilinç dünyamızı da şifreleyip, “girilmez” ve “kullanılmaz” yaptığımızın?

Şimdi gelin bir düşünelim…

Malımız, sevdiklerimiz ya da düşüncelerimiz hepsi ama hepsi bizde “var” kabul ettiğimiz potansiyellerimiz, birikimlerimiz değil midir?! Yani kısaca bilgidir, bilgi birikimidir. Bu noktadan baktığımızda farkedeceğiz ki, bizdeki “bilgi”leri şifrelemekteyiz aslında. Bu şifreler, numaralardan ya da rakamlardan oluşan kodlar olsa da, eğer dikkatle düşünürsek farkına varacağız ki, bizim değerli olarak sahiplenip, şifrelediğimiz her bilgi veri tabanımıza işlenmiş şartlanma ve değer yargıları ya da genetik kodlama ile varolan potansiyelimizden başka bir şey değildir. Yani bizler değer yargı ve şartlanmalarımızdan doğan duygu ve düşüncelerimizi “değerli” olarak benimsemiş ve onları koruma adı altında “şifre”lemişiz.

Bu arada şifreyi nasıl oluşturduğumuzu hatırlayalım… Ne demiştik? Değerlimizi korumada kısa hatırda kalıcı ve hatta rahatlıkla ezberlenecek şifreler oluşturmalıydık. Peki, kaçımız acaba bizimle ilgili bir olayın; bizim için önemli ve değerli olduğunu düşündüğümüz bir kişi-olayın rakamsal ve harfsel kodlamasını şifre olarak kullanıyoruz?... Aslında değerlimizi yine başka bir değerliyi kullanarak saklıyoruz, sakınıyoruz. Kendimizdekini koruma adına oluşturduğumuz şifreler yine kendimizdekilerden başka bir şey değil!!...

Bir başka nokta da kendimizdekini korumak adına oluşturduğumuz şifrenin geçerli ve etkili olması için hiç kimse ile paylaşmamamız gerekliliğidir. Yani oluşturduğumuz şifreyi biz hariç kimse bilmemeli; sahiplendiğimiz, bizim kabul ettiğimiz her bilgi birikimi, bizim korumamız altında olmalı ve kimsenin ulaşamayacağı bir şifre ile korunarak, kimseye giriş izni yani şifremiz verilmemelidir.

“Şifre”yi bu kadar benimseyen bilinçlerimiz “değerli” etiketi yapıştırıp, “var” kabul ettiklerimizi koruma çabasındayken, bu çerçevede şifrelediklerimizin de aslında şartlanma ve değer yargılarımızın sınırladığı sahiplenilmiş ve sıkı sıkıya şifre ile korunmuş atıl ve bundan dolayı da sınırsızca kullanılmayan ve yenilenmeyen bilgi birikimleri olduğununun farkında bile değiliz. Yani bizler, sahiplendiklerimizi şifreleyerek, bizdekini paylaşmayarak aslında kendi kendimize şifreler koyuyor ve sınırsızlığı yaşamayı bekleyen bilinçlerimize kilitleri bizzat kendi ellerimizle vuruyoruz. Bir başka deyişle, hakikate açılan kapıya şifre koyuyoruz ve daha sonra ya şifre koyduğumuzu unutup, onu çözmeye çalışıyoruz ya da şifreyi hatırlamaya çalışıp duruyoruz.

1997 yılında “Küp (Cube)” adlı filmde, birbirlerini tanımayan, yedi kişi bilmedikleri bir biçimde kendilerini bir “küp” sisteminin içinde bulurlar. Onlar ne zaman ve nasıl oraya getirildiklerini bilmemektedirler. Kenarlarında yan bölümlere geçmek için birer kapı bulunan küp şeklindeki odalar içinde çıkış yolunu ararlar. Hepsi birbirinin aynı pek çok oda vardır ve kurtuluş için, doğru odalardan geçerek çıkışı bulmak zorundadırlar. Ancak, bazı odalarda ölüm kapanları onları beklemektedir. Bu yedi kişi için çıkış yolu ancak ve ancak hangi odaların doğru oda olduğunu bulmaktan geçmektedir. Bu da önce küpün mantığını keşfetmekten, yani doğru odalar için belirlenmiş şifreyi ve sonra da bu şifreyi yani kodu çözmekten geçmektedir.

Bu yedi kişiden her biri farklı özelliklere sahiptir. Diğerlerinden sakladıkları yani şifreledikleri kendileri ile ilgili olan özellikleri, bilgileri önceleri paylaşmasalar da daha sonra kurtuluşun yani küpün dışına çıkışın kendilerindeki bilgi ve gücü paylaşarak ve kullanarak gerçekleşebileceğini kısa zamanda idrâk ederler, etmek zorunda kalırlar. Bu 7 kişiden biri olan üniversite öğrencisi ve matematik konusunda başarılı, sayısal zekâya sahip olan genç kız, kendindeki bu bilgi birikimi ile küp şeklindeki bir odanın diğer bir küp şeklindeki odalara geçişindeki aralıkta bazı sayılar tespit eder ve bu sayıların bir şifre olduğunu keşfeder. Bu sayıların yani şifrenin çözümlenmesi için kullandığı matematik bilgisi ışığında öncellikle içinde bulundukları küpün 17576 tane odaya sahip olduğunu bulur ve sıra kodu çözmeye geldiğinde de yine matematik bilgileri ile şifreyi çözer ve doğru odalardan küpün dışına doğru seyahat başlar. Bu işlem, küpün sistemini çözmede yapılan analizler neticesinde her bilginin bir “hikmete” dayalı olduğunu düşünerek, yani “niye”, “neden”, “nasıl”ları inceleyerek gerçekleşmiştir. “Niye buradayız?”, “Nasıl geldik buraya?”… gibi pek çok soru ile işin hikmeti ( http://www.ahmedhulusi.org/yazi/noktandakikudret.htm ), oluş sistemi çözümlenmeye çalışılmıştır. Bu da küp içerisinde sınırlandırılmış, hapsolmuş 7 kişinin yedisinin de kendindekilerini yani bilgilerini-ilimlerini sırası geldikçe ortaya koyarak, bu kurtuluşun oluşumu için irade ve kuvvetlerini kullanarak oluşacaktır.

Filmde gerçekleşen olayların altında yatan anlamlara bir göz atarsak:

Filmdeki birinci önemli nokta ve atılan adım, 7 kişinin içinde hapsoldukları “küpün sistemini anlamanın gerekliliği”ni idrâk etmeleriydi.Bu gerekliliği idrâk etmek onlar için küpün sisteminin çözülmesindeki en önemli adım olmuştur. Tıpkı filmdeki gibi hakikatimizin ne olduğunu anlamak ve idrâk etmek istiyorsak, bizler de ilk olarak içinde yaşadığımız sistemi anlamanın gerekliliğini kabul etmeliyiz.

İkincisi, filmde küpün sisteminin çözümlenmesi yani deşifre edilmesinin ne kadar önemli olduğu 7 kişinin arasındaki kayıplar verilmeye başlandığında belli olmuştur. Onlar için “kurtuluş”a doğru atılan çok büyük bir adım, küpün sisteminin çözülmesidir. Bu da aralarındaki matematik öğrencisinin matematik bilgilerini kullanarak odalara geçişlerdeki şifreleri çözme ve böylelikle sistemi anlamada önemli bir rolü olmuştur. Bizlerin de yaşadığımız sistemin anlamının çözümlenmesi gerekliliğini düşünmemiz yeterli değildir onun bir adım ötesi, onu çözmek için atılacak aktif adımlar ve çabalardır.Filmde olduğu gibi bu çabalar dışardan bir güç tarafından yardım alınarak değil, şifrelediğimiz kendimizdeki potansiyelin ortaya çıkması ile olacaktır.

Dolayısıyla üçüncü olarak, filmde kahramanlar kendilerinde mevcut olan potansiyelin kullanılmasının kendilerine koydukları şifrenin ortadan kalkması ile olacağını anlarlar. Yani öncellikle kendilerindeki mevcut olan bilginin, potansiyelin ortaya konarak, diğerleri ile paylaşılmasının gerekliliğini anlarlar ve böylelikle de her biri kendindeki özellikleri şartlanma ve değer yargılardan uzak olarak olabildiğince ortaya çıkardıklarında, “kurtuluş”a doğru ilerlemeye başladıklarını görürler. Ancak bilgi paylaşımında şartlanma ve değer yargılarından doğan duyguları ön plana çıkaran her kişi küpün içinde hapsolmakta, ve bunun uzantısında da bir şeklide hayata veda etmektedir. Bizler de özümüzde mevcut olan ilmi- bilgiyi şartlanmalarımızdan ve değer yargılarımızdan arındırarak, akıl süzgecimizden geçirip, yeni bir bakış açısı ile ortaya koyup, bir yandan da samimi, olabildiğince şartlanmasız ve değer yargısız bir paylaşıma geçtiğimizde göreceğiz ki, kurtuluşa yani hakikate doğru ilerlemekteyiz.

Bu da bizi dördüncü noktaya götürür; filmde kendilerindeki bilgileri ortaya koyarak ilerleyen kahramanlar, bir süre sonra farkederler ki her bilginin ortaya konması ve bu ortaya koyuşla birlikteki oluşumlar, irade edilenler bu irade ile kuvveye çıkar ve odadan odalara geçişlerle çıkışa doğru yol alınır. Yani, her bilginin kullanılışı, yeni oluşumlara kapı açmakta ve bu oluşumlar da kendilerindeki kuvve ile açığa çıkmaktadır.(http://www.ahmedhulusi.org/yazi/ilimiradekudret.htm ) Ve bu öyle bir devinimdir ki, bilgiler doğrultusunda atılan her adım bir sonraki adımı hazırlar. Bu adım ya kurtuluşa doğru ya da küpte esir kalmaya doğru atılan bir adımdır. Yani “hasib” ismi gereği olarak bir önceki atılan adım bir sonrakini doğurmaktadır küpün içerisinde olanlara “göre” ve kendilerindeki “fettâh” isminin manası onlardan ortaya çıkar. Aşama aşama odalardan geçerek, kapalı oldukları odalardan ve küpten kurtuluşa doğru yol alırlar. Bizler de eğer özümüzde olanın farkında olmaz, bilincimizden o bilgiyi ortaya çıkarmadığımız ve bunun neticesinde yaşayamadığımız takdir de, bilincimizi belki bir küp belki bir labirent içinde şifrelemiş ve hapsetmiş olarak sınırlamaktan öteye gitmeyiz.

Sonuç olarak, “Küp” adlı filmden de yola çıkarsak, nasıl bir sistem içinde yaşadığımızı öğrenmemiz, nasıl bir küpün içinde olduklarını keşfeden filmdeki 7 kahraman gibi “ilim” ve “hikmet”in devreye girmesi neticesindeki akıl yollu keşifle olmakta. Bununla birlikte de kendimize koyduğumuz şifreleri yine kendimiz özümüzdekini açığa çıkarıp, tek tek çözerek, kapanıkları, kapalı kapıları açıp, küp ötesi yaşama yani sonsuz-sınırsız yaşama dair, hakikatimize doğru adım adım ilerleyebiliriz. Ancak, bu tabii ki kolay bir yolculuk olmayacaktır. “Dosttan Dosta” adlı kitapta Üstad Ahmed Hulûsi de şöyle benzer bir ifade kullanmıştır “Ne var ki, her kozadan çıkış-her rahimden çıkış büyük zorluklarla olur! (1118)”. Şifremizi kırıp, “küpten çıkış” bizlere nasip olmuş ve kolaylaştırılmış olsun…

Cumartesi, Kasım 10, 2007


SANAL

“Sanal”ımızı yaratma küçüklükte evcilik oyunları ile başlar. Evcilik oynarken,“sanal” yani gerçek olmayan(!) ama gerçekmiş gibi kurguladığımız kimliklere bürünmek ne kadar da zevk verir ve bizler büründüğümüz rollere kaptırırız kendimizi. Öyle ki bir süre sonra o “sanal” yani varsaydığımız kişilikle bütünleşiriz bile... Günümüzdeki bilgisayar ortamındaki tüm sanal gerçeklik (virtual reality-VR) programlarının temelinde bana göre bir çeşit “evcilik oyunu” mantığı yatmaktadır.

“Sanal gerçeklik” günlük yaşantımıza öylesine girdi ki artık “gerçek içinde gerçek mi, hayâl içinde bir hayâlin mi yaşantısını sürmekteyiz?”diye sorgulamadan edemez duruma geldik. Peki, bu sanal gerçeklik nasıl ortaya çıktı? Yani düşünen beyinler nasıl bir âlem yarattılar ve nerelerde yaygın olarak kullanılıyor ki hayatımızın içinde etkin bir rol oynamakta ve bizleri “sanal” ve “hakikât” arasında bir yolculuğa sürüklemekte?...

Sanal gerçeklik, ilk olarak askeri amaçlı; uçuş similatörü yaratmada kullanılan ilk grafiksel, şemalı bir bilgisayar projesi olarak ortaya çıkmıştır. Sanal gerçeklik, pek çok alanda ama özellikle, askeri eğitimlerde, sağlık ve eğlence alanlarında grafik ve dijital tekniklerle bilgisayar aracılığı ile kullanılmaktadır. Kafaya takılan güneş gözlüğü şeklindeki aletle bağlantılı bir ekran ve siz elinizi hareket ettirdiğinizde ekranda yansıyan dünyada etkisini, gözünüze takılan aletle takip edebiliyorsunuz. Bu daha da ileri teknikle yani 3 boyuta getirerek, sanal olanı tamamen gerçek algılamasına yönlendirilmiş; USATODAY gazetesindeki sanal gerçeklikle ilgili John Makulowich’in 2000 yılında yaptığı açıklamaya göre “3 boyutlu sanal gerçeklik oluşturulduğu ve adını da “mağara” yani “cave” koydukları bir oda yarattıklarını açıklıyor. Öyle ki, odanın üç duvarına ve yere görüntüler yansıtılmış ve kişiler içeri özel yapılmış stereo gözlükler ile girdiklerinde süperbilgisayar imajları-görüntüleri, perspektifleri yani bir şekilde bakış açılarını yeniliyor.”

Yani 3 boyutlu sanal odaya girenler karşılaştıkları canlı ve değişken 3 boyutlu akışı yaşadıklarında sanalı gerçeğinden ayırmakta zorlanıyorlar. Belki de sanal alemin içindeki yolculuklarına yardımcı olan ve o alemi algılamada ek kapasite yaratan taktıkları gözlük olmasa, bu yaşadıkları tecrübeyi beyinlerinin kendilerine yaptığı bir illüzyon olarak değerlendirecekler ya da bir rüya olduklarını düşünebilecekler… Bu sanal gerçekliğin 3 boyutlu olarak bir odada sergilenmesine örnek olarak başrollerini Michael Douglas ve Demi Moore’un oynadığı “Disclosure” adlı filmdeki en etkili ve en heyecan verici sahnede de görebiliyoruz.

Sanal gerçeklik, sağlık alanında pek çok konuda insanlara yardımcı olmakta; meselâ, fobileri yenme konusunda. Özellikle, uçuş, kapalı alan ve hatta yılan, fare, köpek ya da böceklere karşı olan korkuların yenilmesine yardımcı olmak için kullanılan bir teknik olarak göze çarpıyor. Örneğin, sizi uçuşla ilgili her türlü ortamın yaratıldığı sanal bir alemin içine sokup, oturduğunuz koltuğa verilen elektrik akımı ile yaratılan titreşimlerle hissetirilmeye çalışılan sallanmalar ve buna benzer sanal gerçeklikle yani uçağa binmeden uçaktaymışsınız gibi beyninizin algılatılması, ya da yılanların, böceklerin içinde olduğunuza inanmanızı sağlayan 3 boyutlu sanal yılan ve böcek…vs görüntü veren bir odanın içerisinde korkularından kurtulma girişimlerine yardımcı olmakta.

Bunun da ötesinde özellikle engelli insanlara yaşamını kolaylaştırmak ve yaşamlarında karşılabilecekleri zor durumlara karşı nasıl davranacaklarına yardımcı olma amacı ile kullanılan bir metod sanal gerçeklik… Engellilere yardım amaçlı kullanılan sanal gerçekliği ve etkisini anlatan BBC’nin bir haber programında bahsedilen önemli noktaları paylaşmak da yarar görüyorum:

“Uzuvlarını kaybeden hastaların halâ acı çekmekte oldukları tespit ediliyor ve bu acıların dindirilmesi ve hastaların günlük hayata uyum sağlamaları için Manchester Üniversitesi “sanal gerçekliği” tedavi amaçlı kullanıyor. Haberde yer verilen hasta, bir kolunu seneler önce kaybetmesine rağmen halâ aşırı ağrı çektiğini söyler. Sinir uçlarından gelen acıdan dolayı hasta halâ koluna sahip olduğunu hissetmektedir. Ancak bu durum, Manchester Üniversitesi’nin “sanal gerçeklik bilgisayar programı” ile değişmeye başlamıştır. Bu programa göre hastaya kaybettiği kolunu oynatabildiğini sanması sağlanıyor. Hasta sanal olarak olmayan kolunu hareket ettirdiği bilgisayar ortamında ağrısının gerçek anlamda azaldığını yani olmayan kolunu var kabul ediş ve onu sanal olarak hareket ettirişle birlikte sinir uçlarındaki baskının ve ağrının azaldığını paylaşıyor.”
http://www.youtube.com/watch?v=hlQZmNlPdHQ

Bu örnekteki bilincin yaşadığı “olmayanı var kabul edişin” açıklamasıdır. Tek kolunu kaybeden kişinin veri tabanında kendisine ait olan beden kabulü bilgisinin tek kolunu kaybetse de sinir hücrelerinde kodlu, işlenmiş önceki var kabul edişin bilinçte açığa çıkmaya devam etmesidir. Yani kolunun birini kaybeden kişi, o kolunu kaybetmeden önce nasıl kendini tam bir madde beden olarak algılıyorsa, sanal gerçeklik programı ile beyine yönlendirilen sinyallerle, veri tabanında kayıtlı “beden ve o bedenin bir bütün oluşu” bilgisi aktive oluyor.

Sanal gerçeklik sağlık alanı dışında en popüler olduğu ortam tabii ki bilgisayar oyunlarıdır. Herhangi bir bilgisayar oyununu oynamaya başlayalım, hemen kendimizi kaptırdığımızı ve sanki o oyunun içinde gerçekten de yaşadığımızı farkederiz. Sanki rüyâda olduğumuzu bilmemize rağmen kendimizi o gördüğümüz rüyânın etkisinden sıyırılıp kurtaramadığımız bir durum gibi. Daha da ötesi ve en önemlisi, bizlere de hakikâte ermişlerin “âlemlerin aslı hayâldir!” demelerine ve hattâ “hayâl içinde hayâl (sanal içinde sanal)” olduğumuzu bildirmelerine rağmen, bizler veri tabanımıza yüklemiş olduğumuz sınırlı beş duyu kapasitemize dayanarak, bu yaşadığımız âlemi ve bedenimizi somut ve gerçek olarak kabul etmeye devam ediyoruz.

Bilgisayar oyunlarına tekrar geri dönersek …

Bilgisayardaki bir oyun için yaratılması gereken önemli unsurlar, mutlâk zekânın ürünü olan bir yapay zekâ ve hologram tekniği ile “canlı(!)” kılınacak kişiler ve ortamlardır. Bu gibi simulasyona yani bilgisayar oyununa en güzel örnek belki de Al Pacino’nun başrolünü oynadığı film “SİMONE”; “Similasyon 1”in “S1one”olarak kısaca yazılmasıyla yaratılan bir isim ile tanıtılan, herkes tarafından “gerçek” olarak algılanan aslında tamamen bir yönetmenin bilgisayar similasyonu, bilgisayar programı olmaktan öteye gitmeyen “sanal” insanın (aktrisin) ve yönetmenin hikâyesi. Filmde yönetmen Victor rolüyle Al Pacino, sanal karakterini bilgisayar ortamında 3 boyutlu olarak boyundan tutun saçının rengine, karakterinden davranışlarına kadar her noktasını detaylı bir şekilde belirleyip, O’nu hologramik şekilde tüm dünyaya tanıtıyor ve çok ünlü, beğenilen bir aktrist haline getiriyor. Yönetmen Victor ve yarattığı sanal aktrist Simone her ne kadar da diğer kişiler tarafından iki ayrı karakter olarak algılansalar da aslında bu Victor’un “Victor” ile olan ilişkisi; Kendisinden başkası değil! Simone’a yüklediği her mimik, her davranış şekli aslında kendisindekilerin Simone’dan yansımasıdır. Victor kendisindeki özellikleri bu sanal hologramik karakter ile ortaya koyarak, kendindeki farkında olmadığı bazı özellikleri bu sayede keşfeder.

Şimdi bu filme konu olan “sanal hologramik yaradılışı” “hakikât” noktasından açılan bilgilerle biraz daha derinden inceleyelim….

Düşünen bir beyine sahip olan Victor, hayâl ediyor; hakikâtte bizlere bildirilen de “âlemlerin vehim nurundan yaratıldığı ve varlıkların aslının hayâl olduğu(www.ahmedhulusi.org/yazi/hologram.htm) değil midir?... İşte bu vehim nuru ile yani Victor’un hayâlinde kurmaya başladığı anda ortaya çıkan düşünce akışı enerjisi ile, o kudretle hayâl ettiği bu hayâlindeki sanal insana kendisinde mevcut olan özelliklerden özellikler yükleme işlemi de başlamış oluyor ve o vehmettiği aslında gerçekte olmayan sanal insanın her özelliğini; boyundan karakterine, mimiğinden duruşuna kadar bilgisayara yüklüyor, “mürid” isminin manâsı ile “oluşturuyor”. Kendindeki bilgilerin anlamları ile oluşmuş bir yansıma, bir düşünce, bilgi sanal âlemde “ilmî bir suret” ortaya çıkartıyor. O’na kendi zekâsından bir zekâ yani “yapay” zekâ (artificial intelligence) veriyor ve hologram tekniğini kullanarak yani kendindeki bilgileri hologramik olarak; bir mekanda ve zamanda yaşamadığı halde, O’nu üç boyutlu hologram olarak bilgisayar yardımı ile arka fona çeşitli mekânlarda zamanlar oluşturarak diğer insanların O’nu gerçek olarak algılamalarını sağlıyor. Belki de tek yüklemediği program o sanal insana “gerçek bir insanmış gibi hissetme” programı!!!... Sonra başlıyor kendisiyle kendinden kendisini seyretmeye yani ilmiyle ilminden ilmini seyretmeye…. Böylece seyr devam ede gidiyor…

Yukardaki bir filmden (Simone) yola çıkarak mecazî anlamda anlatmak istediğim seyri anlamada Kurân-ı Kerim Mü’min Suresi 64’ü sizlerle paylaşmak istiyorum:

“Allahulleziy ceale lekümül’Arda kararen vesSemae binaen ve savvereküm feahsene suvereküm ve razekaküm minat tayyibat zâlikümullahu Rabbüküm fetebare Kâllahu Rabbül alemiyn.

Allah (O’dur) ki, arz’ı sizin için bir karar yeri, semayı da bina olarak oluşturdu… Sizi tasvir etti (şeklillendirdi) de sizin (mana) suretlerinizi en güzel etti ve sizi tayyibattan (ilim ve ma’rifetlerden) rızıklandırdı. İşte size Allah, Rabbiniz!... Rabbül Alemiyn olan Allah ne yücedir!...”

Sanal hologramik yapay zekâlar, beynimizin çıktısı (print-out), yansıması olan bilgisayarlar yaratabilen bizler, aslında var kabul ettiğimiz ve gerçek olarak algıladığımız bedenimizi ve madde olarak algıladığımız dünyamızı yaratan kozmik bilincin ilminde “sanal” olarak varolan aslında “yok” hükmündeyiz. Robot üretme ve işletme bilimi (Robotics) araştırmacısı Hans Moravec de bu paylaştığım düşünceyi destekler nitelikte şu açıklamada bulunmaktadır: “Sanal âlemde mi yoksa doğal bir gerçeklikte mi yaşadığımızı sorgularken, Tek bir yaratana inandığımız takdir de bizlerin büyük bir ihtimalle zaten Virtual Reality’de yani sanal gerçeklikte yaşamakta olduğumuzu kabul etmekten başka çaremiz kalmamaktadır.”