Çarşamba, Nisan 25, 2007

PARALEL EVRENLER


Hayatınızın herhangi bir noktasında bir an durup “de ja vu” dediğiniz oldu mu acaba? Nedir bu “de ja vu”? “Matrix” filminin 1. bölümünde de Neo bir apartmanda merdivenleri çıkıyordu ve bir kedi gördü, aniden “de ja vu” dedi. Hepimiz "de ja vu"yu “bu anı ben yaşamıştım sanki” diye kullanmaktayız. Peki, bizler bu boyutta yaşamaya devam ederken nasıl oluyor da yaşamda tecrübe ettiğimiz bazı olay ve hisleri sanki daha önce yaşamışız gibi algılıyoruz? Ya da birisiyle karşılaştığımızda, O kişiyi uzun zamandır tanıyormuşuz gibi gelmez mi? Acaba “evren” diye adlandırdığımız içiçe geçmiş, birbirleri ile iletişim halinde olan paralel evrenlerin bulunduğu sonsuzluğun içindeki bir kesit mi?
“Beynin veri tabanının derununda “çok boyutlu tek kare resim” vardır! Burada geçmiş ve gelecek kavramı bulunmaz. Dejavu’nun kökeninde bu derinlikle iletişim yatar. Holografik gerçeklik, bunun temelini anlatır.”, diyor Araştırmacı-Yazar Sayın Ahmed Hulusi (http://www.ahmedhulusi.org/yazi/yenilenartik.htm)

Hadi o zaman gelin bir düşünce seyahatine çıkalım ve paralel evrenlerle ilgili aşağıdaki 44 dakikalık ingilizce olan videoyu seyredelim ya da ingilizeceden türkçeye çevirdiğim yazılı halini okuyalım. Belki bu şeklide paralel evrenler hakkında daha kapsamlı bilgiye sahip olarak, yaşadığımız sisteme bakış açımız değişir.

PARALEL EVRENLER
http://www.youtube.com/watch?v=o9LV9vaGxJQ

Einstein’dan günümüze tüm bilimadamları ulaştığı nefes kesici teori ve olağandışı bir sonuca vardılar: Yaşadığımız evrenin ilk ve tek evren olmadığı! 100 yıldan fazla bir zamandır bilim çevrelerinin aklından çıkmayan bir sırrın açığa çıkması ile uğraşmaktadır. Belki de gizemli, saklı evrenler mevcuttur! 1920lerden beri çalışan fizikçiler, ilginç bir noktaya ulaştılar: Onlar atom parçacıklarının mesela elektronların kesin yerini belirlerken, onların kesin ve tek bir lokasyona sahip olmadıkları! Parçacıklar sadece bizim evrende değil, başka evrenlerde de olabilecekleri… Sonsuz sayıda paralel evrenler mevcut ve hepsi birbirinden değişik. Mesela bir evrende Napolyon Waterloo savaşını kazanırken, İngiliz kolonisi Amerikan İmparatorluğunu kurmamış, siz doğmamış olabilirsiniz! Aslında bir evrende olanın diğer bir evrende alternatifi olabilir. Mesela, Al Gore başkan, Elvis hala hayatta! Zamanla paralel evrenler, Elvis’in hala hayatta olmasından daha garip bir hal alabilirler.

Eski bir değiş vardır; “Ne dileğine dikkat et, dileğin gerçekleşebilir!”
Biz zamanın başından beri evrenin simetrik, saf, güzel ve yalın olduğuna inanırız. Hatırlıyorum da 8 yaşımdayken, ilkokul öğretmenim çok ünlü bir bilimadamının öldüğü haberini vermişti. Ölümünün ardında henüz tamamlanmamış çalışma kağıdı bırakmıştı. Bu kağıtlarda ne olduğunu çok öğrenmek istemiştim. Yıllar sonra bu teorinin ne olduğunu öğrendim “Herşeyin Teorisi” (Theory of Everything) ve ben bunun bir parçası olmak istedim. Son zamanlara kadar bu teori iyi niyetli bir dilekten öteye geçemedi.. 1980’lerden itibaren tüm dünyadaki çeşitli üniversitelerde bu konu üzerinde çalışmalar gerçekleşmektedir. En sonunda evrendeki herşeyin bir açıklaması olabilecektir. İngiltere’nin ünlü fizikçisi Stephen Hawking, “çok yakında Tanrı’nın kafasından geçen herşey okunacaktır” demiştir. Bir fikir, diğerlerinden çok daha fazla devrimcidir. O da “herşeyin teorisi”. Fiziğin başlangıç tarihinden beri maddenin parçacıklardan meydana geldiği düşünülmekteydi, ama artık biz bu düşünceyi değiştirdik.

Madde, küçük sicimlerden/tellerden (strings) oluşmaktadır. Bu teori “string (sicim/tel) teorisi” diye adlandırıldı. Bu sicimler tıpkı bir keman teli ya da gitar teli gibi belli bir şekilde çekersen belli bir frekans yaratırsın, daha başka bir şeklide de başka frekanslar, başka notalar… Varlık, bu süper sicimler/tellerin oluşturduğu küçük notalardan meydana gelmiştir ve fark ediyoruz ki; evren bir senfoni ve evrenin tüm fizik kanununları da bu süper stringlerin yani sicimlerin/tellerin bir uyumudur. Bu sicim teorisi, o kadar basit ve açık nettir ki, varlığı açıklamada neden kullanılmasın diye düşünmeden edilemedi. Ancak, bu teori Einstein’in yarım bıraktığı “herşeyin teorisi”ni açıklayacaksa bir denemden daha geçmek durumundaydı; özel bir olayı “Evrenin oluşumu” nu… Bu konu, büyük yıldızları, galaksileri üzerinde çalışan kozmologların araştırma konusu olmuştur. Dünyamızın “büyük patlama” (big bang) ile oluştuğunu düşünen kozmologlar, bu fikri daha ileri noktalara götürdüler. Onlar, zamanda geriye gittiler. Öyleki adım adım big bang anına kadar vardılar. İlk yıldız ve galaksilerin oluşumu geriye doğru baktığımızda evrenin 1 milyar yıllık olduğunu söyleyebiliriz. Ancak, ilk atomun oluşumundan bu yana baktığımızda evren birkaç yüzbin yıl yaşındadır. Eğer hücre çekirdeği (nuclei) oluşumu açısından bakarsak da birkaç saniye. Fizik artık bu garip gözüken olayları konuşmaya hazır; saniyenin kesirleri-en küçük parçaları-, saniyenin milyarlarca milyarı, 10- 35 saniyeler… Eğer evrenle ilgili herşey açıklanacaksa, büyük patlama ve sicim teorisi mükemmel bir şekilde birbirini tamamlamaktadır. Bir tanesi evrenin doğumunu, oluşumunu anlatırken, diğeri tüm bu oluşumun elementlerini kapsamaktadır.

Evet, fizik bu noktada zafere çok yaklaşmıştır… Ancak kötü giden bir şey oldu! Bu iki teori bir şekilde birlikte ortaya çıkamadı. 10 yıl çabadan sonra daha da kötü bir şey oldu! Bu iki teori şimdi kendi kendini yok etme durumuna düşmüşlerdi. İlk problem, big bang yani büyük patlama ile ortaya çıktı. Kozmologlar, zamanda büyük patlamaya kadar gittiklerinde evrende boşluklar olmayacağını düşündüler. Uzun çalışmalar sonunda yok olmayan sadece bir tane boşluk olduğunu farkettiler! Aslında büyük patlama teorisi diye konuşuyoruz ama aslında bu teori hiç bir şey söylememektedir; “ne büyük patlaması”, “neden büyük patlama”, “ne sebep verdi bu patlamaya” diye sorular gelmekte insanın aklına. Hatta bu büyük patlama ardından ne gibi durumlar söz konusu olduğunu bile anlamamıza pek imkân vermeyen bir teori…

Kozmolojinin başlıca problemi, fizik kanunlarının büyük patlama ile çözülmesi. Bazı insanlar fizik kurallarının bozulmasında ne gibi bir sorun olabileceğini söyleyebilirler. Ama bir fizikçiye göre önceden belirlenen bu kuralların zamanla çürütülmesi tam bir felakettir. Bütün hayatımız boyunca biz fizikçiler hayatımızı bir fikire adamışızdır; tüm bu evren kanun ve kurallara göre işlemektedir, bu kanunlar mamatematikseldir yani matematik dilinde yazılabilirler. İşte elimizde olan ana-merkez kısmı olan evrenin kendisi ki bu kanunlarla açıklanan kısım ama diğer geri kalan kısım ise fizik kanunlarının ötesinde…

Büyük patlamaya tekrar geri gidersek, kozmoloji için gizemini koruyan bir kavram var; o da “TEKLİK”! (singularity). Einstein’ın “izafiyet teorisi”ni ele alarak başlangıç noktasına geri gidersek, keşfedeceğimiz şey “TEKLİK”, “KOZMİK TEKLİK”. İşte bu noktada denklemler anlamını yitiriyor!

Büyük patlama ile ilgili problem, stringler yani sicim teorisinin de bir problemle karşı karşıya kalması ile gölgelendi. String teorisinin evreni açıklamadaki tek teori olma umudu pek çok kişinin onun üzerinde çalışması ile karmaşık bir hale geldi. Fizikçiler bu teorinin ikinci, üçüncü tanımlamasını, yorumunu buldular. Daha sonra da beş değişik sicim teorisi tanımlaması bulundu! Tek bir yorum yoktu ve bu da teorinin kesinliğini ortaya koyamıyordu. Beş tane yorum fazladan da öte bir sayı! Çünkü biz bu 5 teori değil çok daha özel tek bir teori olsun istiyorduk ve bu beş teori ile ilgili çalışırken bir yandan da kafamızın bir köşesinde “neden bir tane teori olamıyor” diye sorguluyorduk.

Sicim teorisi fazlaca açılmaya, çözülmeye başladı! Öyle ki herşeyin teorisi olarak gözüken bu teori bundan çok uzak bir noktaya gelmişti! Sicim teorisi sanki çıkmaza girmiş ve “hiçbirşeyin teorisi” olmuştu!...

Tam da bilimadamları umutlarını kesmişlerdi ki, yeni bir buluş ortaya çıktı. Bu bilimadamlarını tekrar arayışlarına devam etmesi için bir ilham olacaktı ve sonunda onlar için en az popüler olan fikir ile karşı karşıya gelmelerine neden olacaktı: PARALEL EVRENLER!...

Sicim teorisi karışık bir hal aldığında herkesin kafası karışmamıştı. Bazılarının bu durum hoşuna gitmişti! “Eğer sicim teorisi herşeyin teorisi diye adlandırılan teoriyse, bu “herşeyin beş teorisi” kafa karıştıran bir zenginliğe sahiptir.” Bilimadamlarının arasında yükselmiş bir yıldız Michel Duff, süperyerçekimi (supergravity) diye bir fikir ortaya koyar ve sicim teorisi Michel Duff’ın fikrinin yerine geçmiştir ve O’nun kariyerini etkilemiştir!

Duff: “Fizikte kuralları ve kanunları zorla kabul ettirme eğilimi vardır. Bazı gurular yani üstadlar vardır. Onlar hangi fikrin geliştirileceğini söylerler! Pek çok açıdan yalnız bir zamandı benim için. Benimle çalışacak mezun öğrenciler bulamaya çalışırken pek çoğu bana haklı da haksız d olabilceğimi ama benimle “süperyerçekimi” konusunda çalıştıkları takdirde iş bulamayacaklarını ifade ettiler.”

Aslında bu iki teori dışardan bakıldığında aynı gibi gözükse de içerden bakıldığında çok ince bir farklılığa sahiptir. Bu da dışardan bakana göre herşeye bir kusur bulmak gibi gelmektedir. Bu aslında evrendeki “boyut sayısı” ile ilgilidir…

Biz normal olarak üç boyutlu bir dünyada yaşadığımızı düşünmekteyiz. 3 şekilde hareket edebiliriz; sola-sağa, yukarıya-aşağıya, öne-arkaya. Ama fizik ekstra boyutlar eklemeye bayılır! Einstein “zaman”ı 4.boyut olarak önermiştir. Daha sonra başka birisi özel bir boyutu 5. boyutu önerdi. Sonra 6 ve sayılar gittikçe artarak devam etti. Bu ekstra boyutlar evrende bizim mikroskopik denecek kadar küçük yani algılayamayacağımız bir şekildedirler. Ama tabii ki bilimadamları bu boyutların varlığına inanmaktadırlar. Sicim teorisi tam olarak 10 boyut olduğu konusunda ikna olmuştur.

“Eğer biri matemetiksel olarak değerlendirirse çok açık bir cevapla karşılaşır. Bu da 10 boyutun olması gerektiği. 10 boyut! 9 uzaysal boyut, 1 zaman.”

Süperyerçekimi teorisi de 11 boyut olduğunu düşünmektedir… “ Süper yerçekimi teorisi 11 boyutsal sistem içerisinde yazıldığında net ve anlaşılır bir hale gelmektedir.”

10.boyutla 11.boyut arasında bir savaş yaşanmaktaydı!...

“10.boyutta yüzlerce sicim teorisyeni bulunmaktadır ve hepsi de evrenin bilinen tüm özelliklerinin tek bir çerçevede sunmak için çalışmaktadırlar; o da “sicimlerin titreşimi”… Bu çalışmaların dışında kalmış kişilerin çalıştığı bir de 11. boyut vardır.”

Sicim teorisi yükşelişini sürdürürken, bu konuda çalışanların çok azı 11. boyutu ciddiye almışlardı. Ancak süper yerçekimi teorisini destekleyenler, 11. boyut konusundaki iyimser ümitlerininden asla vazgeçmemişlerdi.

“Er ya da geç ne zaman ve nasıl olacağını bilmiyorum ama 11. boyut pek çok şeyin merkezi olaraka görüleceğine inanıyorum.”

Ama sicim teorisinin başı son günlerde dertte! Sicim teorisinin bu 5 değişik açıklaması fiziğin aramakta olduğu tüm fizik kanunlarını kapsamamaktadır. Herşey sicim teorisini kurtarmak için gibi gözükmektedir. Yani neredeyse herşey…

“Çok ilginç, inanılmaz bir şey açıklandı”, “ bir başka şok dalgası tüm manzarayı tamamen değiştirdi!” Son bir çaba ile sicim teorisyenleri yıllardır reddettileri 11. boyutu 10. boyuta eklediler. Şimdi neredeyse sihirli bir şey oldu; 5 tamamlayıcı sicim teorileri…

“Cevap gerçekten de kayda değerdi… Kesinlike kayda değer… Bu beş sicim teori açıklamalarının aynı olduğu gözükmektedir. Bu 5 sicim teorileri ana teorinin basit anlamda tezahürlerinden başka bir şey değildir. 11. boyuttan bakmak dağın tepesinden aşağı bakmak gibi… Buradan sicim teorisinin daha kapsamlı bir gerçeğin parçası, 11. boyutun gerçeği olarak görebilirsiniz.”

“Bunca yıldır 11. boyut için yapılan çalışmaların boşa gitmediğini görmek çok güzel bir duygu.”

Tamamen birbirlerinden farklı olduklarını düşünen bu iki teoriyi destekleyenler, bir anda şaşırtıcı bir şeklide11.boyutu ekleyerek birbirlerini tamamladıklarını farkettiler. Böylelikle sicim teorisi tekrar bir anlam kazandı. Ancak bu sefer de başka çeşit bir teori olmuştu; “Sicime ne olmuştu?”…

Sicim teorisindeki çok küçük, görünmez sicimler, evrendeki tüm ana maddenin blokları olduğu farz edilmekteydi ama şimdi 11.boyutun eklenmesi ile bu değişti; genişlediler ve birleştiler. Şaşırtıcı bir sonuç ortaya çıktı; evrendeki tüm maddeler tek bir yapıyla birbirlerine bağlılar; bu da bir “zar”(membrane). Aslında bizim tüm evrenimiz bir zardır!

Bu farkedişle birlikte evrendeki herşeyi açıklamaya tekrar başlanabilir; yani yeni teori ile “zar teorisi” (membrane theory). Bir başka değişle “m” teorisi… Ancak bazıları bunu çok esrarengiz bulurken bazıları da “m”in başka şeyleri açıkladığı görüşündeydiler…

“M” teori… belki sihirli gizemli zarı ( magic mysterious membrane), anneyi (mother) temsil etmekteydi, belki de sihiri (magic), belki de muhteşem (magnificent) kapsamlı evren teorisini…

Belki de sonunda “M” teorisi ile evrendeki herşey açıklanabilecek. Ama “m” teorisinin geçerliliğinin kabul edilmesi için, bilimadamları 11.boyut ile ilgili daha çok şey öğrenmeye karar verdiler; tüm bilinen kuralların ve sağduyunun terk edildiği bir yer olduğu çok çabuk bir şekilde açığa kavuştu, sonsuz uzunlukta ama mesafe olarak çok kısa!...

“11. boyut maksimum ölçüde; bu 10­üstü eksi 20 milimetre bir başka deyişle milimetreyi 20 tane sıfırla 10’a bölmek! Bu çok çok küçük bir ölçüdür.”
Bu şu demektir: 11. boyut, bir milimetrenin trilyonda biri ölçüsünde 3 boyutlu dünyamızın her noktasında bulunmaktadır. Bu size sizden daha yakın olmasına rağmen onu algılayamayız. Bu gizemli uzaya bizim zarlı evrenimiz (membrane universe) yayılmaktadır. Ancak ilk başta hiç kimse bunun nasıl çalıştığını bilmemekteydi. Daha sonra bazıları onun tıpkı ince lastik gibi genişleyip yayıldığını, bazıları ise hiper uzayda amaçsızca titreşerek uçan bir balon gibi olduğunu düşündüler.
Eğer bu size yeterince sürrealist gelmediyse, bir de ileri sürülmüş şu fikre bakalım; belki de11.boyutun diğer ucunda titreşim halinde olan bir başka evren (membrane universe) mevcuttur! İlk başlarda bu fikir çok ciddiye alınmadı ama zamanla tekrar ele alındı. Fizik, şu soruyu sordu; “evrenimiz gerçekten de tek evren mi, yalnız mı?”

Bu sorgulama Lisa Randall ile başladı ( kaya tırmanışı yaparken şöyle diyor): “İnsanlar kayaya bakıyorlar, tabii ki fiziksel olarak o bir taş. Küçük birşey üzerinde odaklanabilirsiniz. Ben, bu kayay tırmanırken problem çözmeyi, oyunları bazı şeyleri tespit etmeyi seviyorum."

Randall bu açıklanması zor olan bir fenomenden (olaydan) çok etkilendi: “yerçekiminin zayıflığı” (weakness of gravity). “Doğada pek çok çeşit kuvvet bulunmaktadır. Çoğunu bir şeklide anlayabiliyoruz, ve bir de şu yerçekimi var, çok farklı gözükmekte. Yerçekimi kuvveti diğer kuvvetlere göre aşırı zayıf bir kuvvet. Belki şimdi etrafınıza bakıp “yerçekimi o kadar da zayıf bir kuvvet olarak gözükmemektedir”diyebilirsiniz. Fakat şöyle bir düşünürseniz; tüm yeryüzü sizi kendine doğru çekiyorsa da siz yine de bazı şeyleri kaldırmayı başarabiliyorsunuz.”

Nima Arkani-Hamed: “Yerçekimi günlük hayatta o kadar da zayıf gözükmemektedir. Bizim ayağımızın yerde sabitlenmesinden, dünyanın güneş etrafında dönmesinden sorumludur ancak gerçekten de yerçekimi diğer kuvvetlere nazaran oldukça zayıf bir kuvvettir. Mesela alın bir tane buzdolabı mıknatısını ve metal bir kalemin ucuna yapıştırın. Göreceksiniz ki mıknatıs kalemi yukarı doğru çekecektir. Burdan da anlaşıldığına göre küçük bir mıknatıs kuvveti yerçekimini yenebiliyor.”

Randall: “Yerçekiminin zayıflığını açıklayan pek çok yeni fikir var. Extra boyutları bir açıklamış olsak…”

“M” teorsi ortaya atıldığında, Randall ve arkadaşları yerçekimi ile bir açıklama getirip getiremeyeceklerini merak etmekteydiler: Acaba yerçekimi bizim evrenimizden 11. boyuttaki uzay boşluğuna mı sızmaktamıydı?

Nima Arkani-Hamed: “yerçekimi gerçekte oldukça diğer pek çok kuvvet kadar güçlü bir kuvvet olmasına rağmen zayıf gözüküp, algılanabilir. Çünkü yerçekimi gördüğümüz ya da görmediğimiz tüm extra boyutlara yayılmaktadır.”

Randall, yerçekiminin bizim zar evrenimizden (membrane universe) nasıl uzay boşluğuna sızdığını ölçmeye bulmaya çalıştı. Ancak, bu fikrini işleme sokamadı. Sonra bir teori duydu bu teoriye göre 11. boyutta başka evrenler de olabilirdi. Şimdi gerçekten de garip bir düşünceye sahip oldu; “Ya yerçekimi bizim evrenden sızmıyorsa ve başka evrenden bize geliyorsa o zaman yerçekimi diğer kuvvetler kadar kuvvetli olabilir.” Bize ulaşana kadar zayıf bir düşünce olan bu fikir, Randall’ın tekrar hesaplaması ile gerçeğe uygun hale gelmiştir.

Randall: “Ya iki tane evren varsa; bir tanesi bizim gördüğümüz ve diğeri de bizim algılayamadığmız ve ne çeşit kuvvetlerden yapıldığını ve oluştuğunu bilemediğimiz… Eğer biz 11.boyutun herhangi bir yerinde yaşasaydık, yerçekimini kuvvetini pek göremeyecektik. Çünkü daha çok diğer yandaki zarda açığa çıkmata olacaktı. Biz yerçekiminin sadece kuyruğunun ucunu görüyoruz!!!”

“Yerçekiminin zayıflığı” ancak yeni bir fikri ortaya koyarak olabilecektir. O da “PARALEL EVRENLER”dir. Randall’ın fikri pandoranın kutusunu açmıştır. Şimdi dünyanın her yanındaki fizkçiler 11. boyut üzerinde yoğunlaşıp bu konuda çalışmalara yönelmişler ve her defasında da mükemmel bir açıklama ortaya çıkmıştır. O da “paralel evrenler”… her defasında baktıkları 11. boyutun her noktasında açığa çıkan şey paralel evrenlerdi!!!

“Bize paralel olan diğer evrenler belki de bizim evrenimize çok yakındılar. O kadar yakın ki farkında bile olamamıştık!” “Belki de tamamen çok farklı doğa kanunları ve kuvvetler bulunmaktaydı diğer evrenlerde. Bu sonsuz evrenlerde sonsuz cüzlerde sonsuz yaşam formları olabilir.” “Bazı evrenler tıpki bizim evrenimiz gibi görünebilir. Tek şey hariç o da siz orada değilsiniz!”

“M”teorisi gittikçe garip bir hal alıyordu. Acaba evrenimizdeki herşeyi açıklayan bir teori olabilir miydi? Eğer böyle bir şey kabul edilirse bu teorinin hiçbir teorinin açıklayamadığını açıklıyor olabilme şansına sahip olacaktı ve büyük patlamadan bu yana tartışılan “teklik” konusuna da bir bakış açısı getirebilirdi. “M” teorisi bunlara cevap olarak ortaya çıkmak üzereydi ve “paralel evrenlerde bu teorinin kalbinde, merkezindeydi.”

2001 yılın başlarında oluşan bilgi;11. boyutun zar evrenlerin içine doğru süzüldüğü sakin, huzurlu bir boyut olduğudur. Ancak Burt çok daha heyecan verici bir fikir ortaya attı; “Evrenler 11. boyuta doğru azgın devası dalgalar gibi hareket etmekteydiler.”

“Bu evrenler hareket halindelerdir. Tıpki diğer herşeyin hareket ettiği gibi… Aslında hareket için fazla yerleri de yoktur ya bu evrenler birbirinden ayrılarak ya da birbirine doğru çarparak hareket edebilirler. Beni ilgilendiren eğer evrenler birbiri ile çarpışırsa ne olurdu?”

Yeni nesil kozmologlardan Neil Turok, Burt’ün fikrinin merak uyandırıcı bir fikir olduğunu ancak kendisinin ve arkadaşlarının başka bir fikri olduğunu bildirdi. Onlar hala kozmolojinin büyük problemleri ile boğuşmaktadırlar: “Bir başlangıç varmıydı? Büyük patlamadan önce zaman mevcut muydu? Evren nereden gelmekteydi, nasıl oluşmuştu?” bu soruların ötesinde onlar daha büyük bir sorunun cevabını bulamaya çalışmaktaydılar: “Acaba büyük patlamaya ne sebep olmuştu yani “TEKLİK” konusu.”

“Hiç kimse “TEKLİK” konusuna bir çözüm getirememiştir. Hiç kimse büyük patlama öncesine gidip bir açıklama getirememiştir. Bu çok da tatmin edici bir durum değildir. İşte bu kozmoloji için en derin problemdir. Eğer “TEKLİK” konusunu çözebilirseniz, evrende seyrinizi daha anlamlı bir sekilde sürdürürsünüz. Turok ve arkadaşları fikirlerini bütünüyle açıkladıklarında kozmologlar bu probleme asla bir çözüm bulamayacaklarını düşünerek neredeyse tamamen vazgeçmek üzereydiler. Cambrigde’deki bir konferansta “M” teorsinin öncüleri biraraya gelerek bu konunun öne sürülen fikirlerini oratay koydular. Burt bu konferansın yıldızıydı. Onun 11. boyutla ilgili açıklamaları fizikçilerin ve kozmologların ilgisini çekmişti.

“ Biz pek çok fikirden etkilendik. Ancak özellikle Burt’un açıklamaları bizi derinden etkiledi.”

Konferansın son gününde Neil Turok, Paul Steinhardt ve Burt biraz ara vermeye karar verdiler ve bir tiyatro eserini seyretmek için Kopenhag’a trenle gittiler.

Burt: “ Londra’dan trene atlayıp Kopenhag’a bir oyunu izlemeye gittik. Trende tabii ki konferanstaki fikirleri konuşmak için zamanımız vardı.”

Seyahat esnasında tabii ki fikirleri konuşacak zamanları vardı. 3 fizikçi ve bir tren…
Konu ise evrenin en büyük sırrı: “Büyük patlamaya ne sebep oldu?”

Neil Turok: “Paul ve Burt’le oturmuş, fikir paylaşımı yapıyorduk.”

Paul: “ aramızdan biri gliba ben dedim ki; neden evreni bir patlama olmadan yaratamıyoruz. Eğer böyle bir şey yaparsan, o zaman tüm madde radyasyonunu yaratabilirsin, dedi arkadaşlardan biri galiba Neil’di. Birimizin fikirlerini tamamlayıp durduk.”

Burt: “ Bu fikir paylaşımı devam ettikçe en azından ben bir sürü fikir patlaması yaşıyordum; evreni etkileyen tüm etkiler ve tıpkı iki elimin birbirine çarpması gibi bir çarpma olabilirdi bu büyük patlama….”

Neil: “ Büyük patlama paralel dünyaların arasındaki bir çarpışma olabilirdi.”

Ama nasıl bu çeşit patlama dünyayı yaratmıştı? İçinde yaşadığımız bu evren küme küme maddelere sahipti; yıldızlar, galaksiler. Şimdi açıklamaları gereken bir konu var: Nasıl iki paralel evren çarpışması kümeler halindeki maddeyi yaratmaya devam etmektedir? Acaba açıklanması gereken zarla ya da zarlarla ilgili bir şey mi var?

“İnsanlar zarı mükemmel düz tabakalar, geometrik düzeyler şeklinde görme eğilimindeler. Bence bizim için net olan şey bunun böyle olmadığı. Zarın ya da zarların mükemmel derecede düz olmaması lazım. Onun dalgacık şeklinde girinti ve çıkıntıları var.”

“Her bir zarın yüzeyinde dalgacıkları, girinti ve çıkıntıları vardır. Dolayısıyla iki zar bir araya geldiğinde aynı yere aynı anda çarpmazlar kıvrımlarından dolayı. Onlar değişik zamanlarda değişik yerlere çarparlar. Çarpışma olduğunda giriniti ve çıkıntıları maddeye çevirir.”

Paralel evrenler 11. boyuta doğru dalgalar şeklinde hareket ederler ve herhangi bir dalga gibi bunlar dalgacıklar şeklinde hareket ederler ve büyük patlamadan sonra dalgacıklar maddeye yön vermektedirler.

En sonunda evrenimizin doğuşu hakkında tam bir açıklamaya sahip oldular. Şimdi onlar daha derin bir şey yapabilirler. Onlar fizik kanunlarını geçmişe büyük patlama anına ve diğer tarafa doğru geri alabilirler.

“TEKLİK”i açıklarken, zarların varlığının büyük patlamadan da önce ve zamanın olabilirliğini ifade etmektedir. Zaman incelenebilir “TEKLİK” ten bakılarak.”

“Zamanda geriye çok geriye taa genişlemenin olduğu yere kadar gidilebilir ve daha sonra başka bir dünyaya (boyuta)olabilir.”

“Zarlar birbiri ile çarpışınca bu çarpışma “M” teorisi kapsamında açıklanabilir. Şimdi bu matematik ve bilimle açıklanabilir.”

“TEKLİK” “yok” olmuştu ve bu bir saatlik tren yolculuğunda farkedilmişti. Bu fikir öylesine yeni ki daha yeni yeni tartışılmaya başlanmıştır. Ancak kabul görüldüğü takdir de Einstein’in kayıp teorisi de ortaya çıkmış olacaktır. Yani “M” teorisi evrendeki herşeyi açıklıyor olacaktır. Ancak bu uzun arayış belki de bir şeklide başka bir açıklama ile karşı karşıyadır: “Sonsuz sayıdaki zarlardan birisi, pek çokevrenden bir tanesi ve çoklu evreni yaratandır.”

“Sonsuz sayıda evrenler ve her birinin kendine ait fizik kanunları olabilir. Büyük patlamalar her an olmakta ve evrenimiz genişleme sürecinde olan diğer zarlarla, evrenlerle bir arada aynı anda varolmaktadır. Evrenimiz, diğer köpüklerin de okyanusu olan okyanusta yüzen sanki bir köpük, kabarcıktır.”

Ancak, bu hikâyenin pek de sonu sayılmaz. Bazıları “herşeyin teorisini” kullanmakta ve Fizik çevreleri, evren hakkında herhangi bir gizemin ve cevaplanmamış sorunun kalmaması için çalışmalarını sürdürmektedirler.

“Yeni evreni nasıl yaratabiliriz”sorusu kapsamında laboratuarda çalışmalar yapıyorum. Bu yeni evren büyüdükçe, geliştikçe kendi mekânını oluşturacak ve çok küçük zaman birimi içerisinde kendisini evrenimizden uzaklaştıracak ve evrimleşerek isole olmuş yani yalnız kalmış ama evrenimize çok yakın, büyüyen kozmik oranlarda ve sınırsız bir seyri olacaktır.”

Cumartesi, Nisan 21, 2007

ZAMAN


Zaman zaman oturup “zaman”ı düşünürüm. Ne de çabuk geçmekte şu “zaman” son zamanlarda… Ne olmuştu zamana? Zaman hızlı çekime mi girmişti yoksa???
“Eskiden zamanı daha iyi kullanırdım. Şimdi o kaçıyor ben kovalıyorum. Bir türlü yetişemiyorum. Yapacak çok şey var ama zaman fırfır dönüyor, ben de tam anlamıyla yetişemiyorum hiçbir işe!” diyen kaç kişi biliyorsunuz? Aslında bunu dile getirmeyen kaç kişi biliyorsunuz diye sormam lazımdı! Gelin biraz düşünelim üzerinde şu “zaman”ın.

Bilimsel olarak “zaman” konusunda çok fazla makale yazılmıştır ve yazılmaya devam edilmektedir. Ben çok fazla bilimsel detaya girmeyeceğim burada. Ancak bazılarından da kısaca bahsetmeden geçmek olmaz. Isaac Newton’a göre “zaman” her iki yönde de sonsuza uzanan bir demiryolu gibi uzaydan bağımsızdı. Einstein, üç boyutlu dünyamıza “zaman”ı 4. boyut olarak ekleyip yeni bir anlam kazandırdı. Einstein dahil olmak üzere kuramsal fizikçiler arasındaki yargı zamanın her iki yönde de sonsuz olduğu şeklindedir.

Ancak bizler zamanı geçmişten günümüze ve geleceğe doğru akıp gitmesi olarak algılamaktayız. Daha da ötesi zamanı geçmiş, şimdiki an ve gelecek kipleri ile süslemekteyiz. Bu algılama tabii ki yaşadığımız olayların sıralamasına “göre” olur. İlginç olan bir nokta var; o da fizik kanunlarında zaman için geçmişten geleceğe bir akış olduğu yönünde bir şey bulunmamaktadır. Atomaltı boyutta geçmiş ve gelecek diye bir ayrım yoktur. Çok tipik bir atomaltı işleyişinde iki parçacık biraraya gelir ve yeni bir parçaçık oluşur. Daha sonra ilk parçaçık diğerinden ayrılır. Bu ilk parçacıkla yeni parçacığın neden biraraya gelmediği henüz bilinmemektedir. Bu seviyede de geçmiş gelecekten hiçbir yol bulunamamıştır. Yani bir başka değişle, iki parçacığın biraraya gelip yeni bir parçacık yaratması ve daha sonra da yarattığı parçaçıktan ayrılması bir süreçtir, ve ona bizler, “yaratmadan önce” ve “yarattıktan sonra” diye bakıp bir “zaman” oluşturmazsak "zaman” diye bir kavram da atomaltı boyutta anlamını yitirir. Peki, o zaman insanın aklına şu soru gelmekte: Evrende zaman olmadığına göre ve bizim bu boyutta kullandığımız zaman birimi göreceli ise ve atomaltı boyutta “zaman” kavramı hükmünü yitiriyorsa, neden hala "zaman" kavramını seyretmeye ve yaşamaya çalışıyoruz sınırlı kapasitemiz dahilindeki üç boyutlu pencereden?
“Zaman biriminin göreceli” olması konusunda yine bir filme deyinmeden geçemeyeceğim. 1997 yapımı “ CONTACT” filmi. Bu filmde Judie Foster, Eleanor Arroway adlı bir bilimadamını oynamaktadır. Filmin en can alıcı kısmı ise, Arroway’in bir uzay mekiğine binerek tek başına uzayda seyahatidir. Arroway, uzay mekiğinin içinde kendi saatine “göre” 18 saat ışık hızında seyahat etmiş; karadeliklerden geçmiş diğer galaksileri görmüş, ve cennet diye adlandırılacak bir mekana varmış ve aynı ışık hızıyla geri dönmüştür. Ancak mekiğin dışındakilerin iddiası Arroway’in açıklamalarına ters düşer; onlara göre mekik hiç bir yere gitmemiş, arızalanmış ve O’na ulaşmaları 18 saat değil sadece bir kaç dakika sürmüştür. Burada düşünülmesi gereken nokta, Arroway bu deneyimi bedensel miydi yoksa kendi bilincinde mi yaşadı?

Zamanın göreceli olması konusunda örnekleri çoğaltabiliriz: Mesela en basit olarak, çok zevk aldığınız bir ortamda sizin algılamanıza bağlı zaman “su gibi akıp geçer”. Bunun tam tersi çok sıkıldığınız ya da sonucunu heyecanla beklediğiniz herhangi bir durum karşısında da zaman size göre süner, genişler de genişler. Belki de iki dakikadır beklemektesiniz ancak size göre 2 saat gibi geçmiştir bu 2 dakika. Bir diğer örnek ise; trafik kazası yapıp sağ kurtulan birisine sorun. Size arabanın içindeki zamanı tarif etsin. Muhtemelen zamanın ağır çekimli (slow motion) bir filmi seyretmek gibi ağır çekim aktığını ancak dışardan gözleyene göre de kazanın 5-10 saniye belki de daha az bir zamanda gerçekleştiğini söyleyeceklerdir.

Yukarıda paylaştığım bazı örneklerden sonra isterseniz bir de arıların zamanı nasıl algıladıklarına bir bakalım:
Arıların, buldukları bir yiyecek kaynağını kolonilerine haber verirken, kovanla yiyecek arasındaki uzaklığı diğer işçi arılara, yaptıkları özel bir dansla ve bu dansın süresiyle bildirdiklerini biliyoruz. Bu uzaklığı algılarıysa yol sırasında gözlerinin önünden geçen görsel uyaran konturlarının sıklığıyla azalıp artabiliyor. Örneğin, uyaranın az olduğu bölgelerde kat ettikleri mesafeleri daha kısa algılayabiliyorlar. Tıpkı bizlerin zaman algısının da duyusal uyaran zenginliğinden etkilendiği gibi. (http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/deneme.htm)
“Gerçekte, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemin içinde yaşamaktayız da, bunun bilincinde değiliz!.. Ve belki de şartlanmalarımız o kadar ağır basmakta ki; idrakımızın önünde olan bu gerçeği gene yapımız ve şartlanmalarımız sebebiyle inkâra kalkışmaktayız…”, demektedir İnsan ve Sırları kitabında araştırmacı-yazar Sayın Ahmed Hulûsi (http://www.ahmedhulusi.org/yazi/zamanotesi.htm)

Şimdi de yukarıdaki açıklamaya anlam katan bazı ayetleri "oku"yalım:

"Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4)
Onları toplayacağı gün sanki sadece birbirleriyle tanışacakları gündüzün bir saati kalmışlar gibi gelir… ( 10 Yunus Suresi 45)

"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Suresi, 5)

Dedi ki “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” Dediler ki “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” (23 Muminun Suresi 112-113)

"...Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)

Görünen o ki tüm yaşantımız “göre”lerden ibaret ve bu göreler “zaman”ı da oluşturmakta doğal olarak… Eğer olayları oluş sırasına “göre” sıralamak “zaman”ı oluşuyorsa ve her reaksiyon bir başka reaksiyonu yani tepkimeyi doğuruyorsa ve bunları “zaman” adı altında kayıtlamakla kendimizi kayıtlamış olmaz mıyız? Yani “Zaman” bir kilit olur ve biz de içinden çıkamadığımız kilitli bir dünyada yaşayanlar…

Sizleri masalların başındaki tekerleme ile başbaşa bırakarak yazımı bitirmek istiyorum:

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Deve tellal iken Sinek berber iken
Ben annemin babamın beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken

“Evvel” nasıl zamanın içine girmiştir? “Kalbur” nasıl bir samanın içine girebilmiştir?
“Ben” nasıl olur da annemin ve babamın beşiğini sallarım? Haydi düşünün biraz…

Cuma, Nisan 13, 2007


AYNA

Ayna’ya baktığında kimi görüyorsun? Tabii ki kendini! Elini kaldırınca aynadaki “sen” de elini kaldırıyor, göz kırpıyorsun o karşındaki yani “ayna”daki sen de gözünü kırpıyor. Peki, bir de şöyle düşünelim; ya karşımızdaki herşey, herkes sana “ayna”ysa ya da sen onlara “ayna”ysan?..

Herkesin çok sevdiği ve uzun süreler birlikte olduğu arkadaşları, dostlukları vardır. Bir zaman sonra bir de bakarız ki arkadaşımızın söylediği bir laf farkında olmadan bizim ağzımıza sakız olmuş. Ya da bizim yaptığımız bir hareket bir de bakmışız ki yakınlarımız tarafından farkında olmadan benimsenmiş ve onlar tarafından sanki bir “tik” olmuşcasına yapılmakta… Bunlar iyi hoş da peki bu durumu daha geniş bir perspektifte incelemek mümkün değil mi? Tabii ki mümkün. Özellikle büyük kentlerde mesela İstanbul’da. Çıkın trafiğe bakın sağınızdan sağlayan bir sürücüye, sonra birden önünüze fırlayan bir arabaya! Önce “olamaz,nasıl olur bu?” derken bir süre sonra bir de bakmışız biz de sağlıyoruz!!! Tüm toplum tek bir vücud halinde “ayna” ya bakıyoruz ve gördüğümüz kendimiz.

Yukarıda yazdıklarım son zamanlarda sıkça bahsedilen “ayna nöronlar”ın dile gelişi. 1990’larda iki İtalyan bilimadamının düşünce okuma konusunda maymunlar üzerinde yaptığı deneyler sonucunda keşfettiği nöronlar. Bu nöronların en önemli fonksiyonu bir başkası bir hareket yaparken aynen siz yapıyormuşcasına sizin nöronlarınızın aktif hale geliyor olması. Mesela, seyrettiğiniz dizi film kahramanları. Bir süre sonra bir de bakıyoruz ki etrafımızda o kahramanların yaptıklarını taklit eden yani yapan bir sürü insan var. Ya da hayranı olduğunuz bir rock ya da pop star. Yüzlerce kişi onlar gibi giyinip, onlar gibi şarkı söylemeye çalışmıyorlar mı? Her yıl Amerika’da Elvis Presley için düzenlenen anma gününde tıpkı O’nun gibi giyinmiş yüzlerce Elvis Presley sokaklarda yürümekte…

Ayna nöronların keşfi ile bize anlatılmak istenen ne? Hani ünlü deyim vardır: “üzüm üzüme baka baka kararır”.(http://www.ahmedhulusi.org/yazi/salavat.htm) Üzüm üzüme bile bakarak aynı rengi alıyorsa, arkadaşının hareketleri ve karakteri sen de yansıma yapıyorsa, o zaman bizim birlikte olduğumuz kişilerin hareketleri, duyguları çok önemli oluyor. Eğer pozitif düşünceye sahip insanlarla birlikteysek aynada yani sende pozitiflik yansıyacak, eğer sürekli negatif düşünceye saplanmışlarla birlikteysek aynada yüzümüz hep somurtacaktır. Bir başka örnek; uzun süre evli kalan eşler bir süre sonra birbirlerine benzemeye başlarlar. Hatta bu yüz ifadelerine kadar yansır.

Son olarak, atılacak ilk ve en basit adım; şiddet içeren, fazla dramatik, iç sıkıcı filmleri izlemeyi bırakmalı, stres yüklü her olaydan mümkün olduğu kadar uzak durmalı, buna etrafınızdaki negatif enerji üreten fabrika misali insanlar da dahil. Belki de zamanı gelmiştir kendi içimizdeki yolculuğa çıkmanın, tüm ters etkileri birer birer yolumuzdan çekip, önümüze çıkan her kirli aynayı silip, temizleyip, “O” öze ulaşmanın. Bak o zaman bakabilirsen o göz kamaştırmanın da ötesindeki parlaklığa!


Not: Bu konuda sizlerle paylaşmak istediğim bir video var. Ancak bu video ingilizce. İngilizce bilmeyenler için ingilizceden türkçeye çevirip, aşağıda metin olarak sizlerle paylaşmak istedim.

http://www.youtube.com/watch?v=WM9MaIU3zVU

AYNA NÖRONLAR

“Aynaya baktığımda ne görüyorum. Elbette yüzümü görüyorum. Onun da ötesinde duygu değişimlerimi, ruh halimi, mimiklerimi. Biz insanoğlu yüz okumada oldukça iyiyizdir. Ben size bakıp, sizinle ilgili pek çok şey öğrenebilirim; sizinle bağlatı kurabilirim, sizi sevebilirim.“Empati” çok hassas özelliklerimizden birisi. Beynimizde özel bir devre olabilir ve bu devre sayesinde baktığımız herşeyde birbirimizi görebiliriz.

İnsanlar futbol seyrederken neden bu kadar kendilerini kaptırıyorlar, hem de çok kaptırıyorlar? Bunca kızgınlık, acı, tırnak kemirten gerilim… Neden spor için bu kadar kendimizi kaptıracak kadar budalayız? Tabii, bu sadece futbol için geçerli değil. Bir film seyrederken de kendimizi tamamen filme kaptırabiliyoruz, ya da bir video oyununa, ya da bir dans gösterisine.. Biz, insanoğlunda bir şey mi var acaba? Neler oluyor bizlere özellikle diğer insanları seyrederken; hareket ederken, oynarken, yüzlerini izlerken…

Bilimadamları daha önce hiç bu denli hücresel derecede bir buluş yapamamışlardı. Ancak insanların bu garip tutumlarına karşı şimdilerde bir açıklama getiriyorlar. Merkez beyin hücreleri beynin her iki tarafında bulunmaktadır. Bu hücrelerde milyonlarca nöron bulunmaktadır ve bu nöronlara “ayna nöron” adı verilmiştir. Bulduğumuz şey bir mekanizma ve bu mekanizma insanların birbirlerini nasıl gördüklerini açıklamada kesinlikle temel oluşturacak bir mekanizma.

Bu buluş İtalyanın sevimli kasabası Parma’da tamamen bir şans eseri bulundu. Bir grup bilimadamları maymunlar üzerinde beyin konusunda araştırmalar yapmaktaydılar. Onlar beyin hücrelerini, nöronları test etmekteydiler ve maynunlar ne zaman bir fıstık alsalar nöron aktivitelerinden şu sesi “....” duymaktaydılar. Daha sonra bir gün maymunlar hareket etmeden durularken bir bilimadamı fıstıklara uzandı ve maymun nöron aktivitesi aynı aktiviteyi gerçekleştirdi. Sanki kendileri uzanıp alıyormuşcasına. Bu durum birşeyi açıklığa kavuşturuyordu: “Birşeyi görmek ve birşeyi yapmak aynı şeydi!” Yani, bu nöron birisini birşey yaparken seyrederken sanki kendisi yapıyormuş gibi aktive olmaktadır.

Bu gerçekten de inanılmaz. Aynı nöron temel olarak izleyerek aktive olabiliyor. Bir maynunun nöron faaliyeti, birisini seyrederken kendi o hareketi yapıyormuş gibi aktive oluyor. Bu ilginç bir durumdur. Çünkü maymun sadece kendi hareketleri ile ilgili değil başkalarının hareketleri ile de ilgilenmektedir.

Bazı insanlar bu aktiviteye “maymun görür maymun yapar” nöronları diye adlandırmaktadır. Ancak “ayna nöron” diye adlandırmak daha doğru gibi. Çünkü beyin ne görüyorsa “ayna”lıyor yani aynısını yansıtıyor. Bu şans eseri keşfedilen bu durum için bilimadamları daha fazla test yapmaları gerektiğini düşünmekteler. Çünkü onlara göre bu sadece maymunlarla sınırlı değil, açıkca belli oluyor ki insanlar için de geçerli bir durum.

Hepimiz biliyorsuz ki insanoğlu izleyerek, kopyalarak öğrenir. Bebeklerin yaptığı budur. Önce izler, sonra yaparsın. Bir kere izleyip, kopyalayıp yaptıktan sonra bir grup hareketleri onları kafanızda tutmanıza gerek yok. Eğer birisini birşey yaparken görürseniz çok rahat aynı tecrübeyi paylaşabilirsiniz. Onlar hareketleri biliyor, siz biliyorsunuz ve onlarla yaşıyorsunuz. Aslında emeklemek, yemek yemek, vs… gibi uzun seneler boyunca öğrendiklerimiz çok zengin bir bilgi deposudur.

Sokakta bir sürü kutu ile yürürken insanların bana bakmalarından çok nasıl baktıklarını izledim. Onlar bana bakarken benim neler hissettiklerimi biliyorlardı. Ağır bir yükü taşırken ne hissedildiği bilgisi onlarda mevcuttu. Ben kutularla hareket ederken beni izliyorlar ve benim duygularımı hissediyorlardı. “Onların nöronları hareketimi “ayna”lıyordu!” Belki de beyin dalgaları ne görüyorsa onları yaşantımızla bağdaştırıyor. “Ayna”lama sistemi öyle bir şey ki, içinizdeki sizde mevcut olan becerileri hafifçe dokunuyor ve onları dış dünyaya doğru projekte ediyorsunuz yani yansıtıyorsunuz.

İnsanlar gördüklerini ve izledikleri dönüştürmede gerçekten de çok iyiler. Şu anda tam 13 tane nokta var ve siz bu noktaların yaptığı hareketleri çok rahat algılayabiliyorsunuz. Bu noktalara baktığınızda bu hareketleri kendinizin de yaptığınız için çok rahat tanımlayabiliyorsunuz. İşte bu yüzden spor fanatikleri maçları izlerken geriliyor, yüzlerini buruşturuyor, vs… siz oyunu biliyorsunuz! Nöronlarınız maçı seyrederken sanki siz oynuyormuşcasına aktive oluyor bu yüzden de siz kendinizi çeşitli tepkiler verirken buluyorsunuz.

“Ama bundan daha da başka şeyler de var”, diyor UCLA Üniversitesi’nden Profesör Marco Iacoboni. Ayna nöronlar sadece insanların hareketleri ile bağlantılı değil duygularıyla da bağlantılı. Duygusal sistemle motor sistemi birbiri ile bağlantılıdır. Bunu netleştirmek için Profesör beni çok kuvvetli bir beyin tarama MR cihazına soktu. Bana bazı resimleri gösterecekti ve ben konuşmadan resimdekileri taklit edecektim. Ben de söyleneni yaptım. Beyin aktivitemi kaydettiler. Daha sonra aynı resimlere taklit etmeden sadece bakacaktım. Ben de resimler sadece baktım. Sonuç şöyle çıktı: resimleri taklit ederkenki beyin aktivitesi ile taklit etmeden sadece bakarkenki beyin aktivitesi, nöron çalışma sistemi aynıydı! Ayrıca hatırlıyorum o somurtan ve yüzleri gülmeyen insanların resimlerine bakarken ekstra rahatsızlık duymuştum ve gülen yüzlere bakarken kendimi daha rahat neredeyse mutlu hissetmiştim. Ek olarak, şuanda ekranda benim beynime bakıyoruz ve o kırmızı ışık saçan bölüm mutlu insanların resmine baktığımda oluşan kırmızı ışık yani beyin aktivitesi ve bu aktivite tam da beynimin duygusal-mutluluk kısmında oluşuyor. Ayrıca insanların resimdeki hareketlerini taklit ederkenki beyin aktiviteme bakalım. Çok daha büyük bir beyin faaliyeti, nöron akışı görüyoruz.

Profesörün düşüncesine göre, ayna nöronlar mesajı beynimizdeki limbik ya da duygusal sisteme göndermektedir ve bu yüzden birbirimizin duygularını anlamaya yardımcı olmaktadır. Buna da “empati” denir.

-Sen şimdi demek istiyorsun ki benim beynimde bir kısım var ve o kısım başkalarının hayatlarını yaşamakta!
-Evet, aynen öyle.

Başarılı aktörler içgüdüsel olarak bildikleri dramatik durumları ve hareketleri çok rahat ortaya koyabilmektedirler. Yapyıkları yüz ifadelerini de seyrederken bizler buna aynı şeklide tepki vermeden edemiyoruz.

Aktörler hareketleri insanları etkileme açısından kullanmakta çok başarılılar. Onlar ayna sistemini kullanmakta ustalardır.

Bizler sosyal varlıklarız. İnsanların düşüncelerini okuyabiliriz. Bir medyum ya da telepati kurmak gibi demiyorum. Demek istediğim, bir insanın balkış açısını adapte edebilirsiniz yani kendi bakış açınız gibi benimseyebilirsiniz.

Peki ayna nöronlar bizi birbirimize duygusal açıdan bağlayabilyorsa, otistik olanlar ne yapmalı mesela Christian gibi?…

Bilindiği üzere otistik çocuklar aşırı derecede akıllı ancak sosyal yönden gelişmemişlerdir. Christina konuşabiliyor, okuyabiliyor, yazabiliyor ancak iş iletişime gelince göz temasından kaçıyor. Bu yüzden de bazı soruları yanlış anlıyor. Herkes bu duruma neyin sebep olduğunu öğrenmek istemektedirler. Bunu öğrenmek için doktor Rama bir şapka yarattı. Bu şapkayı çocuğa giydirdiler ve çocuğun elini açıp kaparkenki beyin dalgalarını kaydettiler ve bir filmde başkasının elini açıp kapattığını izlettirdiler ve beyin aktivitesini kaydettiler. Pek çok kişi için ister kendisi yapsın ister yapanı seyretsin beyin dalgaları aynı şeklide aktive olur. Fakat otistik çocuklarda beyin dalgaları değişkenlik göstermektedir. Bu bize muhtemel olarak ayna nöronların aktivitesinin akışının bozukluğunu göstermektedir. Yani bir başka deyişe ayna nöron aktivitesinde kırılma, kopma gözükmektedir.

Otistiklerin beyinleri değişik şekilde faaliyet göstermekete, buna bağlı olarak da nöron sisteminde bozukluklar bulunmaktadır. Ama yine de tam emin olamayız ve bu konuda daha pek çok çalışma yapılmalıdır.

Rama Schanderen’a göre bildiğimiz bir şey varsa o da insanların sosyal olmasıdır. Kuzenlerimiz maynunlardan daha fazla birbirimizle bağlantıda olmak için pek çok şey yarattık; danslar, tokalaşmak, oyunlar, vs… birlikte yemek yeriz, buluşuruz ve konuşuruz, çok fazla konuşuruz…

Herkes aynı soruyu sormaktadır: İnsanı diğerlerinden farklı yapan şey ne? Neden insan eşi benzeri bulunmaz bir varlık? Gülmek, dil ve başka bir şey de kültür. Kültürün çoğu taklitten gelir. Öğreticilerin yaptıklarını izlemek…

Rama Schanderen’a göre bizim ayna nöronlarımız gittikçe daha çok gelişme göstermişlerdir. İşte bütün farkı da bu yaratmıştır. Birbirimizden bakarak, kopyalayarak, öğreterek çok daha fazla şey öğrendik ve bizler başka yaratıkların yapamadığı şeyleri yaptık. Mesela eğer bir ayı olsaydınız ve kutupda soğukta ne yapmanız gerektiğini bulmak için pek çok nesil geçmesi gerekirdi. Ancak bir insan atasına bakarak, izleyerek ve taklit ederek çok daha çabuk ne yapması gerektiğini bulur. İnsanın nöron aktivitesi hemen harekete geçer. Bir ayının öğrenmesi için geçen milyonlarca ve milyonlarca nesil gibi sizin bu kadar süre beklemenize gerek olmaz. Bir nesil yeterlidir!

Ayna nöronların bize ne önerdiği neredeyse aşikârdır; herhangi bir spor barında bir pazar günü görebilirsiniz. Dışımızdan en derindeki hücrelerime kadar bizler birlikte yaratılmışız. Eğer yalnız olursak pek çok sistemimiz daha iyi olabilir anacak ayna sistemi için aynı şeyi söyleyemeyiz. Ayna sistemi en temel sosyal-beyin sistemimizdir ve bizler sosyal olmayı, birbirimiz iletişim içerisinde olmayı hep hoşlamışızdır.

Cumartesi, Nisan 07, 2007


DİN DERSİ

Önce Amerika'daki haberlerde izliyorduk daha sonra bir de baktık ki bizim haberlerde de gün geçmiyor ki bir okul ve o okuldaki öğrencilerin şiddet içeren görüntüleri yer almasın. Tıpkı eski kovboy filmlerine dönen bir hal alan sokaklarımızın haberlerini olağan bir şeymişcesine seyrettiğimiz gibi şimdi de öğrencilerin birbirlerine ya da öğretmenlerine gösterdiği şiddeti kanıksadık, seyreder olduk. “Bu olaylarda kim hatalı? Suçlular kim?” bu tip soruları birbirimize sorup durabiliriz ama bence artık herkes elinden gelenin en iyisini bir an önce göstermeli. Ne mi yapmalı? Gençlerimizi “bilgilendirmeli”! Ne hakkında mı? “kendilerini tanıma” hakkında; ne olduklarını, kim olduklarını, onları özlerine doğru seyahate çıkarmalı… Nasıl mı? Bakın size bir tecrübemi aktarmak istiyorum:

İngilizce öğretmenliği yaptığım bir lisede bir gün din dersi öğretmeni gelmemişti. Ben de onun yerine dersi doldurmak için dersine girdim. Çok yaramaz bir sınıftı ve ben de onların ingilizce öğretmenleriydim. Din dersinde nelerin öğretildiğini hepimiz kendi tecrübelerimizden biliriz. Dualar ezberlettirilir, Müslümaların savaşları ezberlettirilir, vs… Bu arada müslüman olmayan öğrenciler için de din dersine girmek zorunlu olmadığından dolayı bu ders saatleri onlar için dinlenme, keyif yapma zamanıdır. Burada ilk dikkat çekici durum "din dersi" demek müslümanlığı tanıma ve onun gerektirdiklerini “ezberletme” dersi olmuş olmasıdır! Halbuki “din” adı altında anlatılan tüm bilgiler yaşadığımız sistemi anlatmaktadır ve bunun da “sadece müslümalar için bu ders” gibi bir etiketi olamaz. “Din” adı altında anlatılan bu sistem yeryüzünde yaşayan tüm insanlara gelmiştir ve bu sistemi öğrenmek ve öğretmek sınıfladırılamaz. Peki, öğrenciler bunun farkında mı? Tabii ki “hayır”. Bu dersi, bu müfredatı düzenleyenler daha farkında değil ki nasıl öğrencilere bir farkındalık yaratabilirler? Daha ilk anda 1-0 yenik başlıyoruz!

İşte bu şartlanmış bilgiler ve fikirler ışığı altında öğrenciler, din dersi için genel anlamda fikirlerini aktarmaya başladılar. Ben de kendi öğrenciliğimden yola çıkarak, onlara neler öğrenmekten hoşlanabileceklerini sordum. Cevaplar ilginçti; neler öğrenebileceklerinden çok neler öğrenmek istemediklerini söylüyorlardı! Duaları neden ezberlemek zorunda olduklarını bilmiyorlardı ve ezberleseler bile bu duaları geçer not alabilmek için ezberlediklerini ve günlük yaşantılarında kullanmadıklarını dile getirdiler. İkinci olarak da, neden müslüman olmayan arkadaşlarının bu dersi almadıklarını anlayamıyorlardı; sanki müslüman olmak ceza, olmamak ödüldü!!. Müslüman olmayan arkadaşları bu saatlerde dinleniyorlardı ve not alma kaygıları da yoktu! Liste uzayıp gitti. İçimden “anlaşılan benim zamanımdan bu zamana kadar değişen hiç birşey olamamış” diye düşünürken de aslında algıladığımız bize göre “geçen zaman” içerisinde hiç birşeyin sabit kalamayacağı ve her an herşeyin yeni bir evrede olduğunu hatırlamadan edemedim… Ancak "değişen" değer yargıları ve şartlanmaları ile sarmalanmış yetişkin beyinlerin olmadığı kesin!! Çünkü biz yetişkinler bize ne empoze edilmişse özellikle din konusunda, biz de yeni nesile onu şırınga ile enjekte etmeye uğraşıyoruz ve bunu yaparken de “bak evladım, sakın düşünme, kapa tüm beyinindeki şalterleri ve sana ne verilirse al, beyninde depola ama sakın düşünme işlemi ile onları heba etme!”, diyoruz. Peki, bu gençleri bizlerden çok daha iyi kullandığı ve bildiği bilgisayar çağında onları zorla taş devrine çekmeye çalışmak niye? Sadece yalın tarihsel ve ezberlenecek bilgilerle öğrencilere ne verebiliriz? Nasıl düşünmelerine vesile olabiliriz? Halbuki onlara yaşadığımız sistemi tanıtsak, kendisi ile ilgili bir yolculuğa çıkarsak (mikro ya da makro düzeyde), günümüz bilimi ile ve bu bilimi kullanarak yapılan filmlerle, videolarla sistemi tanıtsak, özlerine yapılan yolculuklarda onları bilinçlendirsek, sizce onlar da bu konuya, din konusuna başka bir gözle bakmazlar mı?

Bu düşünceler içerisinde öğrencilerle hepsinin favori filmlerinden biri olan “Matrix” filmini konuştum ve bu filmden yola çıkarak o filmin kahramanının kendi özünü nasıl tanıma gayretine geçtiğini, özünü tanıdıkça, yaşadığı sistemi nasıl anlayabileceğini, aslında dışarda mücadele verirken verilecek mücadelenin başkaları ile değil herkesin kendi yapısıyla ilgili olduğunu, kendini tanıyıp, geliştikçe de mutlak huzuru bulabileceklerini filmden örneklerle anlattım. Öğrenciler de filmi çok iyi bildikleri için beni çok rahat bir şekilde anladılar ve onlar da bu sohbete filmden örnekler vererek, samimi fikirleri ile katıldılar. Bu sohbetimiz tenefüs zili çalana kadar devam etti. Ancak o birbirini itip kakan, disiplin cezası almış pek çok öğrencinin bulunduğu yaramaz sınıfta kimse yerinden kalkmıyor, herkes bu koyu sohbete dalmış konuşmayı sürüdürüyordu. Onlara tenefüs zamanı geldiğini hatırlattım. Kimsenin çıkmaya niyeti yoktu. Dedim ki “Din” dersimiz bitti!

Son olarak, Ahmed Baki'nin Giz'li Gülşen adlı kitabından bir alıntıyı sizlerle paylaşmak istiyorum:

"Pahası en ağır ödenen şey cahilliktir. Bugün yeryüzünde bir çok konunun eğitimi sözkonusu iken, “insan olmanın gerektirdiği biçimde nasıl yaşanması” konusunda ciddi eğitimin olmayışı, bu ilmin kaynağı olan “İSLÂM DİNİ’nin” hakkıyla değerlendirilemeyişinin ve “ALLAH” ismiyle işaret edilen mânânın ne olduğunun doğru anlaşılamamasının sonucudur; ve bu hal belki en büyük insanlık ayıbıdır."

Bu yazımı okuyan ve benimle aynı duyguları paylaşan, özellikle öğretmen olan (din öğretmeni olması gerekmez) tüm okurlara bir tavsiyem var; lütfen aşağıda yazdığım iki sayfaya girip o iki makaleyi okuyun ve arzu ettiğiniz takdirde siz de çevrenizle paylaşın:

http://www.ahmedhulusi.org/yazi/rasulullahazulmedenler.htm

http://ahmedbaki.com/turkce/blog/


Not: Her öğretmenin bu kutsal mesleği günümüz şartlarında ne kadar zorluklarla, samimiyetle ve severek yaptığının farkında olarak başta din dersi öğretmenleri olan tüm meslektaşlarıma saygım sonsuz. Amacım hiçbir öğretmeni yetersiz ya da değersiz göstermek değil. Sadece bu sürüp giden kalıplaşmış sistemi ve yarattıklarını bir nebze olsun paylaşmaktı.
Saygılarımla.