Cumartesi, Nisan 21, 2007

ZAMAN


Zaman zaman oturup “zaman”ı düşünürüm. Ne de çabuk geçmekte şu “zaman” son zamanlarda… Ne olmuştu zamana? Zaman hızlı çekime mi girmişti yoksa???
“Eskiden zamanı daha iyi kullanırdım. Şimdi o kaçıyor ben kovalıyorum. Bir türlü yetişemiyorum. Yapacak çok şey var ama zaman fırfır dönüyor, ben de tam anlamıyla yetişemiyorum hiçbir işe!” diyen kaç kişi biliyorsunuz? Aslında bunu dile getirmeyen kaç kişi biliyorsunuz diye sormam lazımdı! Gelin biraz düşünelim üzerinde şu “zaman”ın.

Bilimsel olarak “zaman” konusunda çok fazla makale yazılmıştır ve yazılmaya devam edilmektedir. Ben çok fazla bilimsel detaya girmeyeceğim burada. Ancak bazılarından da kısaca bahsetmeden geçmek olmaz. Isaac Newton’a göre “zaman” her iki yönde de sonsuza uzanan bir demiryolu gibi uzaydan bağımsızdı. Einstein, üç boyutlu dünyamıza “zaman”ı 4. boyut olarak ekleyip yeni bir anlam kazandırdı. Einstein dahil olmak üzere kuramsal fizikçiler arasındaki yargı zamanın her iki yönde de sonsuz olduğu şeklindedir.

Ancak bizler zamanı geçmişten günümüze ve geleceğe doğru akıp gitmesi olarak algılamaktayız. Daha da ötesi zamanı geçmiş, şimdiki an ve gelecek kipleri ile süslemekteyiz. Bu algılama tabii ki yaşadığımız olayların sıralamasına “göre” olur. İlginç olan bir nokta var; o da fizik kanunlarında zaman için geçmişten geleceğe bir akış olduğu yönünde bir şey bulunmamaktadır. Atomaltı boyutta geçmiş ve gelecek diye bir ayrım yoktur. Çok tipik bir atomaltı işleyişinde iki parçacık biraraya gelir ve yeni bir parçaçık oluşur. Daha sonra ilk parçaçık diğerinden ayrılır. Bu ilk parçacıkla yeni parçacığın neden biraraya gelmediği henüz bilinmemektedir. Bu seviyede de geçmiş gelecekten hiçbir yol bulunamamıştır. Yani bir başka değişle, iki parçacığın biraraya gelip yeni bir parçacık yaratması ve daha sonra da yarattığı parçaçıktan ayrılması bir süreçtir, ve ona bizler, “yaratmadan önce” ve “yarattıktan sonra” diye bakıp bir “zaman” oluşturmazsak "zaman” diye bir kavram da atomaltı boyutta anlamını yitirir. Peki, o zaman insanın aklına şu soru gelmekte: Evrende zaman olmadığına göre ve bizim bu boyutta kullandığımız zaman birimi göreceli ise ve atomaltı boyutta “zaman” kavramı hükmünü yitiriyorsa, neden hala "zaman" kavramını seyretmeye ve yaşamaya çalışıyoruz sınırlı kapasitemiz dahilindeki üç boyutlu pencereden?
“Zaman biriminin göreceli” olması konusunda yine bir filme deyinmeden geçemeyeceğim. 1997 yapımı “ CONTACT” filmi. Bu filmde Judie Foster, Eleanor Arroway adlı bir bilimadamını oynamaktadır. Filmin en can alıcı kısmı ise, Arroway’in bir uzay mekiğine binerek tek başına uzayda seyahatidir. Arroway, uzay mekiğinin içinde kendi saatine “göre” 18 saat ışık hızında seyahat etmiş; karadeliklerden geçmiş diğer galaksileri görmüş, ve cennet diye adlandırılacak bir mekana varmış ve aynı ışık hızıyla geri dönmüştür. Ancak mekiğin dışındakilerin iddiası Arroway’in açıklamalarına ters düşer; onlara göre mekik hiç bir yere gitmemiş, arızalanmış ve O’na ulaşmaları 18 saat değil sadece bir kaç dakika sürmüştür. Burada düşünülmesi gereken nokta, Arroway bu deneyimi bedensel miydi yoksa kendi bilincinde mi yaşadı?

Zamanın göreceli olması konusunda örnekleri çoğaltabiliriz: Mesela en basit olarak, çok zevk aldığınız bir ortamda sizin algılamanıza bağlı zaman “su gibi akıp geçer”. Bunun tam tersi çok sıkıldığınız ya da sonucunu heyecanla beklediğiniz herhangi bir durum karşısında da zaman size göre süner, genişler de genişler. Belki de iki dakikadır beklemektesiniz ancak size göre 2 saat gibi geçmiştir bu 2 dakika. Bir diğer örnek ise; trafik kazası yapıp sağ kurtulan birisine sorun. Size arabanın içindeki zamanı tarif etsin. Muhtemelen zamanın ağır çekimli (slow motion) bir filmi seyretmek gibi ağır çekim aktığını ancak dışardan gözleyene göre de kazanın 5-10 saniye belki de daha az bir zamanda gerçekleştiğini söyleyeceklerdir.

Yukarıda paylaştığım bazı örneklerden sonra isterseniz bir de arıların zamanı nasıl algıladıklarına bir bakalım:
Arıların, buldukları bir yiyecek kaynağını kolonilerine haber verirken, kovanla yiyecek arasındaki uzaklığı diğer işçi arılara, yaptıkları özel bir dansla ve bu dansın süresiyle bildirdiklerini biliyoruz. Bu uzaklığı algılarıysa yol sırasında gözlerinin önünden geçen görsel uyaran konturlarının sıklığıyla azalıp artabiliyor. Örneğin, uyaranın az olduğu bölgelerde kat ettikleri mesafeleri daha kısa algılayabiliyorlar. Tıpkı bizlerin zaman algısının da duyusal uyaran zenginliğinden etkilendiği gibi. (http://www.biltek.tubitak.gov.tr/gelisim/psikoloji/deneme.htm)
“Gerçekte, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemin içinde yaşamaktayız da, bunun bilincinde değiliz!.. Ve belki de şartlanmalarımız o kadar ağır basmakta ki; idrakımızın önünde olan bu gerçeği gene yapımız ve şartlanmalarımız sebebiyle inkâra kalkışmaktayız…”, demektedir İnsan ve Sırları kitabında araştırmacı-yazar Sayın Ahmed Hulûsi (http://www.ahmedhulusi.org/yazi/zamanotesi.htm)

Şimdi de yukarıdaki açıklamaya anlam katan bazı ayetleri "oku"yalım:

"Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Suresi, 4)
Onları toplayacağı gün sanki sadece birbirleriyle tanışacakları gündüzün bir saati kalmışlar gibi gelir… ( 10 Yunus Suresi 45)

"Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Suresi, 5)

Dedi ki “Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?” Dediler ki “Bir gün veya bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” (23 Muminun Suresi 112-113)

"...Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Suresi, 47)

Görünen o ki tüm yaşantımız “göre”lerden ibaret ve bu göreler “zaman”ı da oluşturmakta doğal olarak… Eğer olayları oluş sırasına “göre” sıralamak “zaman”ı oluşuyorsa ve her reaksiyon bir başka reaksiyonu yani tepkimeyi doğuruyorsa ve bunları “zaman” adı altında kayıtlamakla kendimizi kayıtlamış olmaz mıyız? Yani “Zaman” bir kilit olur ve biz de içinden çıkamadığımız kilitli bir dünyada yaşayanlar…

Sizleri masalların başındaki tekerleme ile başbaşa bırakarak yazımı bitirmek istiyorum:

Evvel zaman içinde
Kalbur saman içinde
Deve tellal iken Sinek berber iken
Ben annemin babamın beşiğini
Tıngır mıngır sallar iken

“Evvel” nasıl zamanın içine girmiştir? “Kalbur” nasıl bir samanın içine girebilmiştir?
“Ben” nasıl olur da annemin ve babamın beşiğini sallarım? Haydi düşünün biraz…

2 yorum:

Unknown dedi ki...

İnsanların çok kafa yorduğu ve genelde işin içinden çıkamadığı bir konu,her boyutta farklı bir zaman var, zamanötesi nasıl birşey acaba? Düşündürüyor, çok güzel bir yazı.

Adsız dedi ki...

Bende beğendim.. Harika yaklaşıyorsunuz olaylara..