Pazartesi, Eylül 24, 2007


KARA MADDE (DARK MATTER)

Yakamozlu bir gecede denize hiç girdiniz mi? Karanlık suda elinizi her atışınızda etrafa parlak simler saçarak yüzmenin keyfini hiç tattınız mı? Tüm vücudunuzu saran karanlığın içinde “yok” gözüken ama sizin bir el hareketinizle bir anda beliren ışıl ışıl simler… İşte “yakamoz” ve onu keşfetmenin keyfi… Peki, nedir bu sim gibi, florasan ışığı gibi parlayan ve “yakamoz” adını alan karanlıkta “giz”li; ama bir el hareketi ile açığa çıkan?

Yaygın olarak bilinen yanlış bilginin (Ay ışığının suya, denize vuran yansıması) aksine, “yakamoz” bir biçimde ateş böceğinin denizde yaşayan versiyonu şeklindeki bir canlıdır. “Luminisens” maddesini vücudunda barındıran bu canlıya, dokunulduğunda bir ışık saçar (phosphorescence in the sea). Bu canlı bir planktondur, milimetrik boyutlarda bir canlıdır. İşte bu milimetrik canlı kendisinde bulunan bir madde sayesinde karanlıkta “yok”!! gözükmekle birlikte aslında “var” ve hattâ bu ışık saçma özelliğini de sadece ve sadece karanlığa borçludurlar.

Biraz daha geniş (makro) anlamda baktığımızda, bizim evrenimizdeki karanlık!! maddeler (dark matter) ve karanlık!!enerjilerin varlığı neden bizi çok şaşırtmakta???Belki de karanlık sudaki seyrimizi yeryüzüde yapabildiğimiz ve gökyüzüne dokunamadığımız içindir!!!.... Gelin şimdi çıplak elle dokunamadığımız ama bilincimizin ulaşabileceği bir seyahate çıkıp kara madde ile tanışalım…

Kara madde (Dark matter), evrenin bilinmeyen yönü yani karanlıkta kalan tarafı diye adlandırılmakta, ama aslında varolup, bizler tarafından algılanamayan taraf olarak karşımıza çıkmaktadır. Bilimadamlarına göre, bildiğimiz bu evren, %70’i kara enerji (dark energy) ve %25’i kara madde (dark matter) ve %5’i adlandırabildiğimiz maddelerden oluşmaktadır. Kara madde, evrendeki tüm boş!!luğu kaplayan, gözle görülmeyen ve atomlar arasından geçecek kadar inanılmaz küçüklükteki zerreciklere sahip olan bir toz bulutu olduğu tahmin edilirken, hem ışığı vurgulayan, hem de nerede olduğunu bilinememekten dolayı gizemli bir hâl almıştır.

O zaman, elle dokunamadığımız, gözümüzün algılayamadığı frekansları yok saymak ne kadar gerçekçi? Şimdi biz yakomozu, dokunmadan ışık saçmadığı için “yok” mu saymamız lâzım?!,ya da bildiğimiz maddeler dışında bilmediğimiz, henüz algılayamadığımız tüm evreni belki de bir zar??? gibi kaplayan maddeyi sırf algılayamamaktan dolayı önce “yok” sayıp sonra da sanki “yok”u sembolize etsin diye de “kara” adını verip, “gizemli” etiketiyle bir tarafa mı bırakacağız??
Bakın Üstad Ahmed Hulûsi, konuyu daha da ileriye götürerek sadece “kara” olmasını değil, “madde” diye adlandırılmasını nasıl bir dille sorgulamış:

Beş duyu ile önünü görmeye çalışan insanlık, sanki, yerden göğe uzanan metrelerce uzunlukta bir çelik duvarın önünde durmakta; jilet kalınlığı kadar bir alandan, duvarın arkasını görmeye çalışmaktadır!.
Bilimin algı kaynağı gözün görme sınırları, santimetrenin on binde dördü ile yedisi arasıdır. Santimetrenin üssü -35’lerden başlayan dalga boylarından kilometrelerce uzunluktaki dalga okyanusu içinde gözden beyne giden dalga boyları okyanustan bir zerre bile değildir.

İnsanlığın evrenden algıladıklarının tamamı yüzde 4’tür günümüz bilimine göre… Geri kalan yüzde 96 bize karanlıktır. Hesaplamalara göre bunun yüzde 60 küsuru dark (karanlık) enerji ve 30 küsuru da dark (karanlık) madde… Uyarayım; burada kullanılan “madde” kelimesini, beş duyu ile algıladığınız “madde” ile karıştırmayın… İsim benzerliği olaydaki… Gerçekte, sizin algıladığınızı sandığınız gibi bir “madde”, hiçbir zaman varolmadı!
Evet, tüm bilimsel tespitler, bu göz kökenli algılanan verilere göredir…”
http://www.ahmedhulusi.org/yazi/kuranveyenicag.htm

Bilim “kara madde”nin varlığından bahsederken, yukarıda okuduğumuz üzere algıladığımız şekilde bir maddenin “kara madde" olarak adlandırılan yapıyı anlatmadığını duymakla düşünce sınırlarımız zorlanmaktadır. Sınırsız, şartlanmasız düşünme becerisine sahip olamadan da bu gibi bilgileri anlayabilmek oldukça zor gözükmektedir. Biz şimdilik makro incelemeyi bir tarafa bırakıp, mikro bir incelemeye dönelim. Yani bir başka deyişle, makro evrenden mikro evrene yani beyine dönelim ve biraz da bizdeki “kara madde” ne olabilir? Bunu inceleyelim…

Size bir kağıt alın ve kendinizi tanımlayın desem, ne kadar özelliklerinizin farkında olarak kendinizi tanımlayabilirsiniz? Ya da sizin dışınızda bir kişi ne kadarını tanımlayabilir? Hattâ bu iki sorudan daha da varyasyonlu sorular oluşabilir; sizin bildiğiniz ama başkalarının bilmedikleri özellikleriniz, ya da sizin bilmediğiniz ve diğerlerinin bildikleri özellikleriniz… Bu dörtlü varyasyon, insan ilişkilerinde kendimizi ve diğerlerini tanımaya yardım olması açısından kullanılan “Johari Penceresi Tekniği” diye bilinen bir tekniğin de adıdır.

Şimdi soruların ortak noktasına bakalım; Bilmek, tanımlamak ya da bilmemek, tanımlayamamak… Bildiklerimizi şimdilik bir tarafa bırakırsak, bilmediklerimizi “Johari Penceresi Tekniği”, “Karanlık Bölge (Kişinin ilişkiye yansımayan, durum ve şartlara göre ortaya çıkardığı özellikleri)” ve “Yarıkaranlık Bölge (Sadece kişinin kendisinin bildiği ve başkalarının bilmediği)” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu arada dikkat çekici olan makrodaki yani evrendeki karanlık maddeyi sorgularken, kendimizin “karanlık” özelliklerine ulaşmış olmamız…

Evrende keşfedilmeyi bekleyen binlerce durum mevcutken kendimizi keşfetmenin ve “kara” olarak bilinmeyeni keşfedip ve bilinmeyeni "kara" olarak nitelendirmemenin zamanı geldi de geçiyor. Öncellikle, “kara,karanlık” gibi kelimelerin bizde oluşturduğu anlamın değişmesi yönünde çalışmamız lazım. Çünkü, her bilinmeyene takılan bu “kara, karanlık” sıfatı bizi daha çok bilinmeyene doğru sürüklemektedir. Eğer, amacımız kendimizi tanımak, sınırsızlığa doğru yolculuksa, o zaman ilk önce günlük hayatta bizi bilinmeze doğru sürüklemesi muhtemel kavramları beynimize verdiğimiz yeni bakış açısı komutlarıyla değiştirmeliyiz ve çok daha farklı bakış açıları oluşturarak, anlam dünyamızı geliştirmeliyiz. Yoksa bakın aşağıdaki gibi komik durumlara düşmek kaçınılmaz olur!!:

“İki kör” oturmuşlar sofraya; artık “üzüm” mü, “dolma” mı, yoksa “köfte” mi yerlerken, biri diğerine; “Utanmıyor musun ikişer ikişer yemeye?” demiş...
Diğeri, “Allah’tan kork be adam” demiş; “Sen kör ben kör!.. Nereden çıkardın ikişer ikişer yediğimi?
Cevap vermiş birincisi:“Ben, hep ikişer ikişer yiyorum da!”

Dolayısıyla, bakış açısının değişmesi için, içinde bulunduğumuz önyargı, şartlanmaların ve değer yargıların sınırlamasından kendimizi kurtarmamız gerekmektedir. Çünkü her şartlanma ve değer yargısı bizi sınırsız bakıştan alıkoymakta ve hattâ sizi gözünüzün önündekini bile “gör”mekten uzaklaştırmaktadır. Eğer şartlanma ve değer yargılarımızdan kendimizi biraz olsun sıyırırsak, aslında bizim için “karanlık” diye adlandırılan, sonsuz özellikleri de keşfetmeye başlayacağız. Sonra da göreceğiz ki, evrendeki %5 bilindik madde olduğu gibi, biz de sadece %5 bilindik (algılanabilir) özelliklerden mevcud değil, sonsuz özelliklerle mevcuduz. Üstad Ahmed Hulûsi de, “Kurân-ı Neden Anlamıyoruz” adlı yazısında bu özellikler hakkında çok net şu açıklamayı yapmıştır:

“…Esmâ mertebesi” olarak tanımlanan ve “Allah’ın isimlerinin işaret ettiği özellikler olarak belirtilenler, insana hitap etmesi itibariyle, insan algılama boyutuna hitap eden isimlerdir.!
İnsan ötesi, “nokta” içi projeksiyonda yer alan karanlık (mahiyeti netleşmemiş) enerji, “karanlık madde” (dark matter) olarak varlığını düşündüğümüz ama algılayamadığımız yüzde doksan altılık bölümdeki sayısız varlığı oluşturan nîce sayısız isimlerin işaret ettiği özellikler vardır ki, insan türü bu Allah isimlerini bilmez!...”
http://ahmedhulusi.org/yazi/kuranianlamiyoruz.htm

Sonuçta, kâh “yakamoz”, kâh “kara madde”, kâh da “alt bilinç” olmuş… Algılayanın sınırlı bakışına göre kolay kolay algılanamayan, ama hep aşikâr, hep “var”!..

Son olarak, belki şunu hatırlamak lâzım:“Kör”lük beyinde görme bölgesine ulaşan frekansların çözümlenememesinden doğan bir durumdur. Ancak “algılayamamak” bambaşka bir durum. Meselâ, seyredenler hatırlayacakladır… “Matrix” filminde Neo yeşil akan kodlardan tüm sanal alemi görebiliyor, çözebiliyordu ve “Matrix 3”de de gözleri kör olsa da ana bilgisayara doğru ilerlerken etrafındaki herşeyi algılayabiliyor yani gerçek manâda görebiliyordu.

Bu sonsuz özellikleri ile sonsuz sayıda frekans okyanusunu Neo gibi acaba kaçımız, ne kadarını değerlendirip görebiliyoruz?

Neo kendindeki sınırsız özellikleri keşfettiği anda görmenin ötesine geçti ve sistemi algılaması bambaşka oldu.Dolayısıyla, biz de kendimizi keşfetttikçe yani kendimizdeki sonsuz özelliklerin farkına vardıkça asıl “körlük” o zaman kalkacak ve “basit” anlamda görmek değil, “BASÎR” ismi ile işaret edilen yaşanır hale gelecek, yani gerçek anlamda maddenin ötesindeki hakikât algılanıp, değerlendirilecek ve tüm “karanlık” ve “kara” diye bahsedilen hükmünü yitirecektir.

3 yorum:

Unknown dedi ki...

EVRENİN ULU MİMARI(?)

Evet, başlık belki de size Kabala görüşünü hatırlatacaktır, Matrix filmi ile de bir ilgi kurabilirsiniz.
Amma ve lâkin hiç de düşündüğünüz gibi olmayacak, ben size hayâlimdeki adı “Evren” olan bir mimardan bahsetmek istiyorum.

Evren ile geçen gün öylesine oturduk, ramazan-oruç-açlık susuzluk diyorduk, üç ayların başıydı belki de havalar daha sıcak ve günler daha uzundu akşam ezanı sanırım 21:00 a yakın bir saatte OKUnuyordu...

Evren bir kaç proje üzerinde çalıştığını anlattı...
Sanki anlatırken “ben” yanında yokmuşum gibiydi , O’nu ilk defa böyle görüyordum, HAYRETe düşerken, sessiz bir şeklide onu SEYRETtim...

Evren:
ELimde Üç proje var, bunlar birbirinden çok farklı amaçlar için istenmekte olan projeler.
Biri hastane, sanırım beşbin kişilik bir kapasitesi olacak , E6’ da Ümraniye çıkışında olacak ve sanırım orta ve düşük gelir seviyesi diye nitelendirilen orta direk potansiyel müşterileri olacak...

Diğeri ise SEYRANTEPE Şanlı Galatasaray’ın stadyumu, gazetelerden okumuşundur.

Ötekisi ise, Türkiyenin uzay çalışmaları için zemin oluşturmak istediği bir bina, ama tasarımı çok orjinal ve bugüne kadar gördüklerinden çok farklı olacak, ağırlıklı çelik ve bir tür plastik-pamuk karışımı hammade ile yapılacak..

Ortada ne fol var ne yumurta! derler ya, işte öyle iken bizim Evren bunları böylece kendi ve ben ortada yokmuşum gibi dillendiriyordu, dedim ya Evren’in ULU Mimarı....

Bu arada birden bana döndü; “ne yaptın son konuları araştırıp, kafa yordun mu?”
DATA mı?, Datalar mı?
Aklı Evvel mi? Aklı Küll mü? Nefsi Küll mü?
Ayan-ı Sabite mi? Levhi Mahfuz mu?
Beyin,dna,kişinin ayan-ı sabitesi-levh-i mahfuzu, levh-i mahfuz değişirde neden ayan-ı sabite değişmez, neden ayanı sabite için vücud kokusu almamıştır denmiştir, vücud nedir?
Her an yeni bir şanda derken , neden Allah’ın halk edişinde ve sünnetinde tebdil-değişiklik olmaz; yeni bir şen alan değişmez mi ki, değişme olmaz denmiş, neden hasib ismi gereği tek kare resim birbirinin devamı olarak algılanıyor bunun mantığı-mekanizması nedir?
İşte bunlar benim meşgalem, bunları çözmeden diğer yazılara da geçmek beni üzüyor ve bilirsin üzülmek istemem...
Ahmed Hulûsi’nin düşünce dünyamıza açtığı YENİLİKLER hakkında , tüm bugüne kadar anlatılanları yerli yerine oturttun mu?
Yukarıdaki sorguladıklarıma kendince tatmin edici cevapların var mı?
Bak, benim mazaretim var bunca proje derken istemeden olsa da biraz uzak kaldım, bana yardımcı ol da, çok da geri kalmayayım.Neticede bir gün tüm projeleri iptal edip çekip gideceğiz bu dünyadan , ancak bu konudaki açılımlar müstesna, yanımda da bir şey götüremeyeceğim.






Şaşırdım bizim Evren’e...
Evet dedim, bir haftadır düşünüyordum anlatılanları ve sorduklarını, hatta etrafımda bulabildiklerimle de tartışıyoruz- kavga etmeden...

Şimdi anlattıkların ister inan, ister inanma bana çok faydalı oldu....
Bak hele bir bakalım sana da olacak mı?

Ahmed Hulûsi ne diyordu:
“Gerek insandaki biyolojik beyin ve gerekse dalga okyanusundaki sayısız canlılarda var olan sanal-virtual beyinler dahi, gerçekte “data” nın sanal çıktılarıdır. Esmâ mertebesinin âlemleri seyridir.

Enerji, ilâhi kudretin algılanışının günümüzdeki adıdır!

“Data”, yani salt “bilgi”, tüm anlam ve kavramların anası-aslı, fakat bir anlama bürünmemiş hâli, ilâhi ilmin ilk zuhurudur. Bu, ilk ve tek tecellidir.
Hayatın kaynağı olmasına işaretle”RUH” veya “Ruh-u Azam” adı verilmiştir.
İhtiva ettiği “ilmi ilâhi” itibarıyle “Akl-ı Evvel” denilmiştir. “Allah aklı önce yarattı” işareti bu noktayadır.
Melekut boyutu bu sanal seyir boyutunun varlığıdır. Bu boyutun anlamları, evren içre evrenleri ve varlıkları meydana getirirler; algılayana göre var olan bedenleriyle... Akl-ı küll ve nefsi küll tanımlamaları buradaki iki özelliğe işaret eder. Burada anlamlar belirginlik kazanmıştır evren içre evrenler suretinde. “Esma mertebesi”nin tenezzülü ile bu boyut meydana gelmiştir.
Hayat, ilim, irade, kudret, kelam, semi, basar vasıfları, “Esma Mertebesi” dediğimiz salt “data” veya “bilgi”nin varlığını oluşturandır! “Nokta” bunların tümünü kapsayan tekil yapıdır!.
Bu isimler aynı şeydeki yedi ana vasfa işaret eder ki, bunun sonucu da “Tekvin”dir! Böylece esma özellikleri açığa çıkar ve “kevn” meydana gelir... Yani alem içre alemler, evren içre evrenler!”

Belki sıkıldın ama ne yapayım, Ahmed Hûlusi denen Rical, (adam deyince kızıyorlar böyle bir yüce birine ADAM denir mi, edepsizlik etme diye bende çözümü “adam” manasına gelen “Rical” olarak kullanıyorum o zaman kızmıyorlar!..) sanki şu yukarıdaki cümlerlerle “the theory of everything” diye batılı bilim adamlarının kırk yıldır içinden çıkamadıkları ve hattâ çıkamayacakları şeye apaçık ışık tutyor.
Bu kadar karmaşık ve anlaşılması zor konuyu şiir gibi tadına doyulmaz bir güzellikte anlayacağımız hale “inzal” ediyor..

Şimdi senin anlattıklarınla ilgi kurmadan önce, bir de Ahmed Hûlusi’nin sanırım yetmişli yıllarda yayınladığı EVRENSEL SIRLARDAN da sana biraz alıntı yapayım..
Sanırım “beşinci gün” bölümündeydi, şimdi hatırlayamadım tam olarak, istersen bak bir ara!..





“- Evren dediğin yapının aslı da bir enerji denizi değil mi?... Salt enerjinin, elektromanyetik dalgalar adıyla varlığa bürünüp, daha da yoğunlaşmasıyla kat kat maddeye yaklaşması ve nihâyet maddeleşmesiyle, tıpkı denizin dalgaları gibi çeşitli görünümler alması gibi..
-Evet haklısın... Aslında, ayrı birer varlıkmışçasına isimlendirdiğimiz dalgaların denizden, yâni sudan ayrı bir şey olmamasına rağmen, bizim ona bir müstakil varlığı varmışçasına isim vermemiz ile bunun arasında hiç fark yok... Su, salt enerji yerine ele alınırsa; madde ve maddî varlıklar dahi salt enerjinin dalgaları mesâbesinde kalır... Peki, bu salt enerji, dalgalanmadan evvel ne haldeydi?..
- Bu salt enerji, dalgalanmadan evvel, bir enerji varlığı hâlinde kendisine yön veren Kozmik bilincin imajında idi... Ve gerçekte, el ân öyle !..
- Anlayamadım ?..
- Bu enerji, yâni salt enerji, aynı zamanda bir bilince de sahip değil mi?... Ki bu akılla, düzenli bir dalgalanma (!) hâlinde evren adı altında açığa çıkmış.. ?
- Evet.. ?
-Aslında, işte bu salt enerji dahi, Kozmik bilinç ya da tümel akıl adını verdiğimiz aklın imajında idi !.. Ve bu bilincin imajında, deniz ve dalgalar husûle geldikten sonra; gene enerji bu aklın imajından ortaya çıktı, ve bundan sonra da safha safha evren meydana geldi.
Bu sebeple, orijini yönüyle, salt enerji denilen evrenin hayâtiyet sıfatının dahi, bilincin imajından ortaya çıktığı anlaşılır ki; bu Kozmik bilince nisbetle, bütün mevcûdat, salt enerjiden ibaret, bir hayâl hükmüne girer !..
O bilinç ise, bir noktadan, bir mutlak karanlıktan, bir bilinmezlik veya bir anlaşılmazlıktan ibarettir!... Hiçtir !.. Hiçliktir!..
Ve "el ân" (1) da öyledir !..”

Sen az önce üç projenden bahsettin, her biri bir diğerinden çok farklı amaca matuf olan. Yani bu üç projenin her birinin beynindeki “finger-print”leri birbirinden apayrı.
”Finger-print”leri derken neyi kastediyorsun dersen, o projelere ait olan “ana özellikler” diye bilirim. Eskilerin “ayan-ı sabite” dedikleri, yani o projelerin beyninde oluşan “ilk manaları” ki, sadece düşüncende, beyninde bir düşünce olarak var olmaları ve projenin sonuna nokta koyuncaya kadar olanki tüm özellikleri içinde barındırması ancak bunlara hiç bir şekil şemal ve anlam yüklemeden beynindeki ilk iz düşümlerinin oluşması yani imajında olmaları henüz..
Bak! Dikkat edersen, İMAJında dedik, projeye ait ayan-ı sabite dedik (projenin henüz çizim ve şekle dönüşmemiş “bilgi” hali dedik, projenin “finger-print”i dedik....)
Şimdi de, bunu tasavvufta anlatılan mecazları çözmede kullanırsak, imajında dediğimiz nokta; “Akl-ı Evvel”, “Tümel akıl”a işaret eder, Allah önce aklı yarattıya işaret eder, data’ya işaret eder, ilk tecelliye işaret eder...
Dersen ki, benim kafamda üç ayrı proje var... O zaman, ilmi ilâhide indinde sonsuz projelerin-dataların olmasını göz önüne almamız gerekir. Her bir proje için “ESMA MERTEBESİ” denmiş. Bu “esma mertebesi” için “vücud kokusu almamış” denmiş zira burası itibarı ile “ENERJİ” dahi henüz vücud bulmuş değil nasıl sen projeni herhangi bir bilgisayar programı ile (ikili sistem 0-1) veya elle bir yere karalamamışsan öyle düşün...
Ve unutma ki, her bir projen bir diğerinden farklı...
Şimdi projelerine aynı anda başladığını farzet yani projeleri uygulamaya geçirmeye start verdiğini hayâl et...




Ne zaman ilk çizime başladın autocad programın ile işte ilk olarak “0-1 ikili sitemi” ile hayata geçirdin demektir, “0-1 ikili sitemi” ile bu hayata geçiş ilk enerji dediğimiz, salt enerji dediğimiz eskilerin “nefs-i küll” dediği aşamadır. İşte burada “data-wave” denilen ikiliden bahsedilir, biz de buna “ikili sistem” kullanan işletim sistemi ile çizime başladık diyelim. Salt enerjinin bugünkü aldığı isim şimdilik “string boyutu”, eni, boyu, derinliği, rengi olmayan sonsuz sınırsız enerji ve bu “string boyutu” dahi Aklı evvele veya ilk tecelliye nisbetle hayal hükmündedir. Nasıl senin projenin ilk hayata geçişi, imajındaki haline göre hayâl hükmünde ise.
Şimdi imajındaki hali senin TEKİLLİĞİN halindir, imajında bir bölünme, bir çokluk olmaz ne kadar çok projen olsa da...
TEK bir NEFS den yaratıldınız buraya denk gelir sonra biz sizi çiftlerden yarattık diye anlatılan ise hayta geçişin “0-1” yani “data-wave” ya da “bilgi-can” ikilisi ile var oluştur ya da “akl-ı küll-nefs-i küll ikilisi” eskiler o yüzdden akl-ı küll baba, nefs-i küll anne ve ürünü olan fikirlerde çocuk gibidir, demişlerdir. Belki de, “ümmetimin çokluğu” dediği bu kanaldan gelen tefekkür sonucu ortaya çıkan ilmi üremelerdir.
Ayan-ı sabite dediğimiz projenin imajındaki hali esma mertebesidir. Levh-i mahfuz dediğimiz ise değişebilirlik dediğimiz hal, string boyutundaki stringlerin altı yönlü hareketi sonucu birbirleri ile olan sonsuz pozisyonlarının her an değişimidir.Bu değişim dahi ayan-ı sabite istikametinde olacaktır yani projenin beyne ilk düşüm hali sabitlenmiş ve vücud kokusu almamışken, projenin maddeye dönüşme halinde ortaya çıkan tüm olasılıklar beynindeki ilk iz düşümü doğrultusunda olacaktır ya da string boyutundaki stringlerin altı yönlü hareketi “Esma mertebesi” dediğimiz “bilginin” doğrultusunda olacaktır. Bu bilgi ile string boyutu her an yeni bir hal alacak ve “tek kare bilgi”yi oluşturacaktır. Dolayısı ile “hasib” ismi gereği her oluşmada bu tek kare resim-bilgi, “ayanı sabite” dediğimiz değişmeyen ana mana grubu doğrultusunda olacağından birbirinin devamı gibi algılanacaktır.

Zira sen de projenin ilk halini bir hesaba dayanarak yaptın ilk beynine düşüşünde. İşte “seri-ül hisab” denen mekanizma dahi projenin ilk hali olan imajında mevcuttu.
Yani senin stadyum projenin imajındaki hali olan “esmâ mertebesi”, senin hastane projenin imajındaki hali olan “esmâ mertebesi”, senin uzay merkezi projenin imajındaki hali olan “esmâ mertebesi” bunların hiç biri bir diğeri ile karışmayacak bir şekilde varlar.
Ortaya çıkışında da bu uyum hali aynı ile olacaktır. İşte sonsuz noktalar-datalar nasıl Zatî ilimden varlıklarını her an alıyorlarsa ve Zati ilim bu noktaların-dataların kaydında değilse, Ey! sen Evren, ulu mimar beynindeki hiç bir projenle kayıt altında olamazsın. Zira “DATA”n münezehtir bu projlerle kayıtlanmaktan. Hatta dışarıdan bakan bir adama, bunları yaparsa daha neler yapmaz ki dedirtirsin, tasavvuf lisanı bu olaya “Allah alemlerden ganîdir” der, ya da “AllahuEkber”...

Buradan insana ait olan ayan-ı sabite ve levh-i mahfuz kavramlarına gelirsek...
Mesela “stad projende”, merdivenler bölümünde bir merdivenin basamağı dahi senin imajında bilgi olarak mevcut. Ortaya çıkışta ise, o basamağın mesela 25. basamak olacağı bellidir işte bu onun ayan-ı sabitesidir, şakülesidir. Ancak o basamak açığa çıkarken bir işçinin ona uyguladığı darbe veya makinanın şekillendirişi sanki o basamağın son haline gelene kadar başına gelen “değişimler” diye anlaşılabilir, nitekim insanda da böyledir.
İslam fıtratı üzere doğar dediği “varoluş gayesi”dir ki, programlama , varoluş gayesi diye anlatılmıştır. Daha sonra annesi-babası (belki fıtratının açığa çıkışındaki “ikili sistem”) bu şekilde devreye girmiş, onu putperest – musevi- ateşperest yapmıştır, sanki değişim gibi algılanmıştır oysa değişim iznini ancak ayan-ı sabitesinden yani 120. gün dediğimiz dönüşümündeki RIZIK diyeisimlendirilmiş mekanizmadan alır. RIZKI kadar değişir.

DNA sarmallarındaki iki ana alter ayan-ı sabitesi dediğimiz tüm varoluş gayesini içeren özellikleri taşır. Ancak mutasyon ile DNA’daki hidrojen bağları sırası değiştirilerek bu özelliklerden rızkı kadarı açığa çıkarılabilir işte bu mutasyon bazen ilim –riyazat-çalışma vb. etkenlerle oluşturulur, dindeki nübüvet sistemi bu mekanizma bilindiği için insanlara teklif edilmiştir. İnananlar hatta inanmayanlar yapsa da açığa çıkar..



String boyutunun hareketsiz hali SALT enerji halidir. Bu hali ile Kozmik bilincin imajındadır.
String boyutunun, WAVE olarak hareket kazanması tek kare resmi oluşturur. Wave ve bilgi melekut boyutunun özelliğidir, Akl-ı küll ya da nefs-i küll dediğimiz.
Tek Kare Bilginin, her an yeni bir şan alması bu boyutta her ne kadar stringlerin altı kollu hareketi ile bizim evrenimizin 3 boyutunu sürekli oluşturup yenilemekte oluşu olarak açığa çıkmış olsa da, bu değişim-dönüşüm aslında salt enerjinin “Akl-ı Evvel” denilen, “kozmik bilinç” denilen, “esma mertebesi” ilminin Tek kare resmi bir an var kabul etmesinden, bir an sonra da yok olmasından kaynaklanmaktadır. Değişim ise ALGILAMALARA GÖRE olduğundan ve algılama da ancak melekut boyutu wave-bilgi boyutunda gerçekleşeceğinden string boyutu değişimi olarak algılanmıştır.

Şimdi buradan başka bir konuya geçelim...
Muhyi-mumit-bâis... YEVM bu üçlü manaların açığa çıkışı ile “süreç” olarak ortaya çıkmakta..
Muhyi yani hayat bulma ALGILAMA ile başlar..

İşte o yüzden ayette...
“Keyfe tekfurune Billahi ve küntüm emvaten feahyaküm, sümme yümiytüküm sümme yuhyiyküm sümme ileyhi türceun;
Nasıl da (B sırrınca) Allah’ı inkâr ediyorsunuz?.. Halbuki siz ölülerdiniz de O sizi diriltti... Sizi yine öldürecek ve sonra sizi diriltecek; nihayet Ona döndürüleceksiniz.”

“Esma mertebesinin” ya da başka tabirle RUH’un tek kare resmin hayat kaynağı olmasına işaret eder, yani Algılanmaz halde iken yani İLİM olarak mevcutken ya da ayan-ı sabite vücud kokusu almamış iken, ya da salt enerji dahi kozmik bilinçte imaj olarak mevcutken açığa çıkamamışken, sizi diriltti yani TEK kere resmi-bilgiyi oluşturan tüm algılama mekanizmaları her biri kendine özgü bir algılama ile KULLUK dedikleri etki-tepki modeline geçti....
Bu etki –tepki, neden sonuç ilişkisi, yaptığının karşılığını alma vb... anlatımlar ise aslında hiç varolmadı sadece algılayıştan kaynaklandı. Oysa tek kare resim her an imajındaki halinde mevcut ve bu hali ile YOK olduğu an, ancak algılama yanılsaması müsade etmeyenler bunu anlayamıyorlar oysa anlayanlarınız da var ;

“Ve la tekulu limen yuktelu fiy sebiylillahi emvat* bel ahyaün ve lâkin la teş'urun;
Allah yolunda öldürülenler için “ölüler” demeyin... Bilakis (onlar) dirilerdir (yaşıyorlar), lakin siz şuur edemiyorsunuz/algılayıp idrak edemiyorsunuz.”






İşte “tüm algılamaların hayal olduğunu ALGILAYABİLİR” hale gelmenin ve bunun sonucu algılanan- algılayan iklisinin hükmünden kurtulan, “0-1 ikili” sistemin hayâl olduğunu yaşayan akl-ı küllü ve dahi nefs-i küllü sidrehi münteha mecazıyla terkeden, herşeyi imajında ilmi suret olarak bulan gerçek “HAY” olandır. Bunun dışındaki tüm algılamalar kapasitesi çapı birbirlerinden çok farklı olsa da “HAY”dan aldıkları hisse kadardır(KAYYUM)..
O yüzden Asla ÖLÜ-m yoktur, izafidir Ölüm... İzafi olduğundan ÖLÜMÜ tadacaksınız denmiştir, MUTLAK olan “HAY” olandır. BİLGİ “HAY”DIR...
Bilginin olmadığı hiç bir zerre, nokta ise söz konusu değildir. Bir idrakin – algılamanın terki MUMİTTİR ancak bir an sonra yine MUHYİ galebe çalar başka bir algılama başlar, o yüzden azrail dönüştürücü melektir. VE ortağı-partneri İSRFİLDİR, BAİS ismi gereği var eder bir sonraki ALGILAMAYI ... Noktanın projeksiyonu NOKTADAKİ ana mana grubu doğrultusunda her an “muhyi-mumit-bâis” isimleri gereği sonsuz açılım içindedir ve her bir dönüşüm bir önceki halin devamı olarak “hasiyb” ismi gereği ortaya çıkar..
Çünkü, nasıl senin imajında 3 ayrı proje kendi ana amaçları doğrultusunda var ise, uygulamaya çıkışlarında birbirlerine kazandırdıkları genişlik (EL VASİ) varsa, her bir proje kendi ana mana grubu istikametinde birbirlerine karışmadan hayata geçecektir.

Unknown dedi ki...

Sevgili Geveze!İyi ki gevezelik ediyorsun(!) da bu bilgileri bize aktarıyorsun..Anlatılan String,Data,Ayan_ı Sabite,Aklı Evvel,Aklı Küll,Nefs-i Küll,Tek Kare Resim..vb.kavramların bizim bilincimize oturmasını sağladın bu yorumunla..Çok teşekkür ederim.Özellikle Tek Kare Bilginin her an yeni bir şan alması konusunun açıklaması benim için çok aydınlatıcı oldu.
Ayrıca "Evren " adı altında bu bilgilerin açığa çıkmasına vesile olana da teşekkürler..
Bunlara kaynak oluşturan YENİliklerin açığa çıktığı mahal olan Ahmed Hulusi'ye şükranlarımı sunuyorum.

Unknown dedi ki...

Hoş üslubunuz ve derin paylaşımlarınız bana Şeyh Filibeli Ahmet Hilmi efendinin Amak-ı Hayal (Hayalin derinlikleri)kitabını anımsattı...
Allah keşfinizi daim etsin
Sevgiyle
Özhan Erem