Çarşamba, Ekim 31, 2007


NÖROTEOLOJİ (NEUROTHEOLOGY)

Batılı bilimadamları özellikle son 13 senedir “din” adı altında geçen “ibadet” adlı çalışmaların beyindeki yerini, yani beyinin nasıl etkilendiğini yoğun bir şeklide araştırmaktadılar. Öyle ki, bu konu son yıllarda yeni bir bilimdalı “NEUROTHEOLOGY (NÖROTEOLOJİ)” yani nöron (sinir hücresi) ile dinbiliminin birleşmesi olarak ortaya çıktı. Ancak batılı bilimadamlarınca oluşturulan bu yeni bilimdalı ve bu bilimdalı altındaki tüm araştırmalar, 1400 küsür yıl önce beyine yönelik önerilen “ibadet” adı altındaki çalışmaların bilimsel açıklamaları olarak gözükmektedir.

Şimdi isterseniz önce gelin batılı bilimadamlarının dinî konular sözkonusu olduğunda beyinin nasıl çalıştığına dair yaptıkları araştırmalara bir göz atalım…

Belki de batılı bilimadamlarınca bu araştırmaların en önemli adımı Ocak 1994 yılında Scientific American dergisinde John Horgan “Dağınık İşlevler- Beyinde entegrasyonu sağlayan beyin-üstü bir yapı mı var?” makalesinde bahsedilen deneyle başlamakta: Gönüllü deneklere bir isim listesi veriliyor ve kendilerinden bu isimleri yüksek sesle okuyup, her isme bir yüklem eklemeleri isteniyor. Bu deneyde pre-frontal ve cingulate kortex dahil olmak üzere beynin pek çok farklı bölgesindeki nöron aktivitesinde artış gözlemleniyor. Aynı isimlerin sürekli olarak tekrarlanması ile nöron aktivitesi değişik bölgelere kayıyor. Bu deney, beynin bir bölgesinin sözcük türetmeyi gerektiren kısa süreli bellek görevi gördüğünü ancak iş otomatikleştikten sonra beynin başka bir bölümünün bu görevi devr aldığı ortaya çıkıyor.

14 Mayıs 2001 tarihli Newsweek dergisinde yayınlanan ‘’Religion and the Brain’’ isimli makaledeki Amerikalı nörolog Dr. James Austin’in kendi tecrübesine bir göz atalım. Austin, kalabalık bir yerde zihinsel meditasyonu deneyimlediğinde, kendi birimsel varlığının, zaman ve mekân kavramlarının yok olduğunu, ve sonsuzluğu hissedebildiğini belirtmiştir. Austin, bir nörolog olarak; gördüğümüz, duyduğumuz ve hissettiğimiz herşeyin beyin tarafından oluşturulup, yaratıldığını kabul etmiştir. Bu kabul edişle birlikte Austin, beynin hangi bölgesinde ne gibi aktivitler gerçekleştiğini araştırmaya başlar. Ona göre bu sonsuzuluk hissine ulaşılması için, öncelikle beyinde tehditleri ve kaydedilmiş korkuları yöneten “amygdala” ve benliğimizi farketmemizi ve zamanı tespit etmemizi sağlayan “frontal” ve “temporal lob” akımları engellenmeli ve dış dünya ile kendimiz arasındaki ince keskin ayrımı oluşturan “parietal lob” akımları sessiz kalmalıdır. Böylelikle, Austin’e göre bizim benliğimize ait yüksek fonksiyonlar olarak düşündüğümüz ne varsa şuurdan ayrılır, çözülür veya silinir.

Austin gibi nöroteolojide psikologlar ve nörologlar; zaman ve mekân sınırı olmayan tecrübeler sırasında beyinde hangi bölgelerin açılıp hangi bölgelerin kapandığını tesbit etmek isteyen Pennsylvania Üniversitesinden Dr.Andrew Newberg ve onun çalışma arkadaşı Eugene d’Aguili “Tanrı Neden Uzaklaşmayacaktır” adlı makalelerinde yaptıkları araştırmada beynin ruhsal elektrik akımını (devresini) belirleyebilmek için beyin görüntüleme (brain-imaging) tekniğini bir arkadaşlarının Tibet Budist meditasyonu sırasında kullanırlar. Bu deneyde, meditasyonun en yoğun devresinde dikkatin odağı olarak düşünülen “prefrontal korteks” aydınlanır ve beynin arka ve tepesine doğru olan kısmı (burası zaman-mekân ve vücudun uzayda/ boşlukta yön tayini ile ilgili bilgiler mevcuttur) karanlığa gömülür.

Newberg ve D’Aguili “Tanrı Niye Gitmeyecek (Why God Won’t Go Away)” adlı eserlerinde; eğer duyulardan sol orientasyon bölgesine (fiziksel vücudun sınırsızlığı ile ilgili duyu yaratır) hiç bir bilgi gelmezse, beynin kendisi ve dünya arasında koyduğu sınırlamalar engellenir ve bu durumda beynin sanki kendisini sonsuz ve en mahrem bir şekilde herkes ve herşey ile sanki kumaş dokumasında olduğu gibi birleşmiş görmekten başka seçeneği kalmamıştır derken, aynı şekilde şayet duyusal verilerden yoksun kalan sağ oryantasyon bölgesi (vücudun varolduğu ve fiziksel mekân duyusu yaratır) ise bu defa beyin mecburen sonsuz bir mekân olduğu hissine kapılacaktır diye de bir ekleme yaparlar.

Şimdi de gelin bu makaleden tam 6 sene sonra 2007 Ekim ayı Scientific American Mind dergisindeki “Searching for God in the Brain” makalesinden Türkçeye çevirdiğim bazı kısımları okuyalım…

1998 yılında, Kaliforniya Üniversitesi’nden Vilayanur S. Ramachandran epilepsi hastaları ile yaptığı çalışmaları “Phantoms in the Brain” adlı kitabında şöyle açıklamakta; Bir grup epilepsi hastalarına dini, cinsel ve sıradan kelimeler dinlettirilir ve temporal lop epilepsisi olan hastalarda en fazla duygusal reaksiyon “God-Tanrı” kelimesi söylendiğinde oluşmuştur.
Ramachandran, bunun sebebinin duyguları ve duygusal hafızayı yöneten beynin iç kısmındaki limbik sistemin; amygdala ve hipotalamusun anahtar bir rol oynayabileceğini ve temporal lop ile bu duygusal merkezin arasındaki bağı güçlendirerek, epileptik elektrik aktivitesinin dini duyguları canlandırabileceğini düşünmektedir.

Bu fikri daha somut bir hale Laurentian Universitesi’nden Michael Persinger, elektrik akımlarını beyindeki geniş bir nöron ağına yayarak sanal dinî duyguları yaratabilecek bir “God Helmet (Tanrı Miğferi-kaskı)” icât eder. Persinger ve ekibi, bu aleti yüzlerce kişinin temporal lopları üzerinde denerler. Bu denemeler sonucunda elde ettikleri bu kişilerin bu alet ile bir varlığın varolduğu hissine veya evrensel gerçekliği hissetiren kozmik bir mutluluğa kapıldıklarıdır…
Ayrıca bilimadamlarının rahibelerle birlikte gerçekleştirdikleri deneyler sonucunda; Tanrıyı düşündüklerinde ve hatırladıklarında beyinde 6 değişik bölgenin güçlendiğini yani aktive olduğunu görürler. Caudates çekirdeğinde çoğalan aktiviteler, aşık olma (koşulsuz sevgi-ilâhi aşk), öğrenme ve hafızada önemli bir role sahip olan beynin küçük merkezi kısmı, vücudun sezgi ve sosyal duyularını belirleyen beynin insula kısmı, bir tecrübenin hoşnutluğunu belirleyen medial orbitofrontal kortex, duygusal farkındalığı belirleyen medial prefrontal kortex ve orta temporal lop.

Rahibelerin, dinsel deneyimler sırasındaki beynin değişik sayıdaki bölgelerinin aktive olması, dinî olgunun karmaşıklığını göstermektedir. Bunun üzerine Beauregard şöyle bir ekleme yapar: “İnsan beyninin temporal lobunda lokalize olmuş tek bir Tanrı noktası olamaz. Bu durum, beyinde her yerde tüm nöron ağları vasıtası ile yaygındır.”

Yukarıda çeşitli tarihlerde gerçekleştirilen deneyleri ve varılan sonuçları topluca düşündüğümüzde, bu deneylerde ortak olan bazı noktalar göze batmaktadır. Bu da; yapılan her deneyin konusu “din” adı altındaki “ibadet” çalışmaları sırasında gerçekleştirildikleri, bu çalışmanın da beyinde pek çok farklı bölgede yoğun ve etkin bir aktivitenin gözlemlendiğidir. Ancak belki de bana göre en dikkat çekici olan ise Bilimadamı Beauregard’ın tüm bu deneyler sonucunda vardığı genel ama bir o kadar da kişiye çok özel verdiği mesajdır: Beynimizde tek bir tanrı(!) noktasının olamayacağı ve beynimizdeki 100 milyar nöron hücresinin beynin her kısmında dua ile gerçekleşen bioelektriksel beyinsel aktiviteden etkilenebileceği…

Bu açıklama ile aslında ortaya atılan bir gerçek de, gerçekten de “tanrı” kavramının böyle muazzam bir beyin ve işleyişinde yerinin olamayacağı. Yani, bu sonsuz gibi gözüken milyarlarca nöron ve nöron ağlarını düşünürsek, “tanrı” kelimesi ile sınırlanmak, sonsuz-sınırsız enerjinin hücreler arasındaki seyrinde “ironik” bir durum yaratmaktan öteye götürmez bizleri. Dolayısıyla, batı bilimi beyinlerdeki “tanrı” kavramını silerek, aslında sınırsız ve sonsuz TEK’e doğru adımlarını atmaktadırlar…

Üstad Ahmed Hulûsi’nin bilimadamlarının “beyin-din” ile ilgili önemli adımı atmalarından yaklaşık 8 sene önce 1984’de “İnsan ve Sırları” kitabında ilk defa detaylı bahsettiği ve daha sonra 1991 yılında ilk yayınlanan “Dua ve Zikir” adlı kitaplarındaki “beyin” ve “dua” bağlantısı sadece batılı bilimadamlarına değil tüm insanlığa bu önemli adımda ışık tutacak niteliktedir. Meselâ John Horgan’ın 1994 yılındaki yukarıda kısaca paylaştığım deneyin konusu tamamen “dua ve zikir” mekanizmasının işleyişine açıklık getirici niteliktedir. Bu da şöyle açıklanmıştır:

Milyarlarca hücreden oluşan beyin, esas itibariyle bioelektrik enerji üretip, bunu dalga enerjiye çeviren ve kendisinde oluşan manâları, bir yandan RUH dediğimiz yapıya yükleyen ve diğer yandan da dışarıya yayan bir organik cihazdır.

Genelde, doğuştan alınan ilk tesirlerle yüzde beş, yüzde on kapasite ile çalışan beyin, aldığı çeşitli etkilerin de aracılığıyla, klâsik bir yaşam türü geçirir... Bildiğimiz herkes gibi...
Oysa beyindeki bu kapasitenin arttırılması mümkündür!..
Normalde çok küçük bir yüzde ile çalışıp geri kalan miktarı kullanılmaz bir halde bekleyen beynin, bu boş duran kapasitesinin devreye sokulması yolu ZİKİR'den geçer.
ZİKİR ile beynin belli bir bölgesindeki hücre grupları arasında üretilen bioelektrik enerji, zikrin devamı halinde bu bölgeden taşarak, görevsiz bekleyen yan hücrelere yayılır ve onları da mevcut kapasiteye ilâve ederek devreye sokar.
ZİKİR, konusu ne ise, o anlamda bir frekans yayarak bu hücreleri devreye alan beyinde, elbette ki o istikâmette de faâliyet gelişir.”

Bilimadamlarının yukarıda aktardığım deneylerde gözlemlemiş oldukları bir başka nokta da; yoğun meditasyon sırasındaki beyindeki dış dünya ve iç dünya ayrımı ya da zaman-mekân olgusunun oluştuğu beyindeki bölgenin karanlığa gömüldüğü yani oraya akımın gitmediği ve dolayısıyla da deneklerin kendilerini zaman-mekân kavramından, dış dünya olgusundan soyutlanmış ve sınırsızlığı ve sonsuzluğu hissetmeleri. Bu da yine 1400 küsür sene önce Hz. Muhammed (s.a.v)’nin “namaz mü’minin mirâcıdır” diyerek “namaz” adı altında anlatılmak istenen dua ve zikir çalışmasının, tamamen zihinsel ve şuursal bir yönelişin neticesinde sonsuz-sınırsız TEK’te kişinin izâfi benliğinin, bedenselliğinin “yok”luğunu hissetmesidir. Bu konuda Üstad Ahmed Hulûsi de 1986 yılında yazmış olduğu “İnsan ve Sırları” kitabının “Dünyada en önemli çalışma: Zikir” başlıklı kısmında bunu detaylı bir şeklide anlatmış ve şöyle ifade etmiştir:
Namazda okunan bütün âyetler, duâlar ve tesbihler hep zikir cümlesindendir.
Namaz ise mümkün olduğunca dış dünyadan soyutlanarak tam bir konsantrasyon içinde okunan manâları ruha yükleme yöntemidir.
Namazı bir jimnastik gibi anlamak, tümüyle cahillikten ve meselenin içyüzünü görememekten kaynaklanan ilkel bir görüştür!..
Namaz, esasen, tamamıyla öze; özünde mevcut olan Allah'a yönelme olayıdır!.. Bundan mahrum olanlar ise, bu çalışma neticesinde kendilerinde ortaya çıkabilecek o kadar değerli şeylerden
kendilerini yoksun bırakmaktadırlar ki bunun dille anlatılması asla yeterli olamaz!..”

Görünen o ki, bilimadamlarının sadece yaptıkları deneyler değil, ayrıca yazdıkları makalelerin başlıklarında (“Tanrı Neden Uzaklaşmayacaktır”, “Tanrı niye Gitmeyecektir”, “Beyinde Tanrı’yı Aramak”…) da hep O sınırsız-sonsuz TEK’e yönelişin izlerini görmek mümkün. Bilimadamlarınca bu yolda atılacak adımlar, tüm insanlığa 1400 küsür sene öncesinden bu zamana ve sonsuza kadar kalıcığını devam ettirecek Hz.Muhammed’in ilminin yaydığı ışığın yardımı ile olacaktır.

1 yorum:

galatasarayli dedi ki...

Bu yazı Türkçeyi çok iyi bilip, OKUYAN ve YAZANLARA belki çok şey ifade etmeyebileceğinden daha çok İngilizce okuyan ve yazanlar için kaleme alınmıştır, belki onlara bir nebze katkısı olur umuduyla, Türkçesi ile beraber yayınladık ki, bazen YENİ bir DİLLE OKUmak eski anlayışlarda devrim yapabilir diye

Yüksek EGO, ego, egoLAR...
Süper EGO, ego, egoLAR...
Yüksek BENLİK, benlik, “Ben”ler...

Yukarıda geçen kelimeleri birçok felsefi, tasavvufi, dini, psikolojik veya Ruh Yayınları, Sınır Ötesi Yayınları, New Age diye tanımlanmış kitaplarda okumuşsunuzdur.

Şimdi bunlardan yola çıkarak bir şeyler karalamak gerekirse; uzun zaman atıl kalmamıza neden olan Merkür rötarından intikam! almış olurmuyuz bilmem!.
En azından kımıldamış olmak bile büyük bir keyif verebilir belki bazılarımıza...

Merkür rötara girse de çıksa da, kılıçlar kınından çıkmış savaş alanında parlayarak bir o yandan bir buyana savrularak kulakları çınlatmaya devam edecektir ölüme değin.

“Yüksek BENlik” sıfatının, İngilizce’deki karşılığına HIGH “I” dersek , “Ben”lik kelimesine de “I am” deriz. “Yüksek BENlik” bir birimsellik veya kişisellik taşımadığından HIGH “I” olarak tanımlanırken, HIGH “I”ın bir kişisellik ve birimsellik tanımı içinde algılanışı ise “I am” olarak açığa çıkacaktır.

HIGH “I” ; sonsuz “I am” leri var KABUL edecektir, YOK’dan VAR edecektir.
Bu var kabul ediş ise, “I am” lerin kendilerini var sanması olarak yaşam sahasında kendini açık edecektir.
Sonsuz “I am” lerden oluşan yaşam sahaları...
Aslında her “ I am” , HIGH “I” ın kendisinden başka bir şey değildir, HIGH “I” asla parçalanmamış ve bölünmemiştir.

Her hangi yaşam alanlarından bir yaşam alanında var sanılan bir “I am” in diğer bir “I am” e seslenişi veya tanımlayışı ise “You are” olmuştur.
Yani “You are” denilen şey aslında bir “I am” in diğer bir “I am” e seslenişi veya bakış açısından başka bir şey değildir. “I am” lerde HIGH “I” dan başka bir şey olmadığına göre “YOU are” dediğinde , HIGH “I” dan başka bir şey değildir.
Aynı yaşam alanını paylaşan bir kaç veya daha çok “I am” kendilerine topluca “WE are” demişlerdir. Ancak onlarda asla “WE are” ile HIGH “I” dan ayrı düşmüş değillerdir sadece başka bir işaret isimle farklı isim almışlardır.

Hani, Ahmed Hulûsi ne diyordu, “dostan DOSTA” da..

“"Sen"im ben!... Sen, diye bakma bana.” (695)

Yine devam edelim, her nekadar sanki zamirleri anlatıyor gibi görünsek de anlatmak istediğimiz bambaşka şeye...

Aynı yaşam alanındaki bir “I am” , diğer “I am” e aynı yaşam alanında veya başka bir yaşam alanında bulunan bir diğer “I am” için “HE is” işaret kelimesini kullanmıştır. Şimdide HIGH “I” , “I am” olarak , “HE is” diye isimlendirilmiş oldu.
Eğer bu “HE is” çokluk olarak tanımlanırsa bu sefer “THEY are” diye işaret edilirler...

Bunca zamir ve ilk başta bir şey ifade etmiyecek gibi görünen bunca şey, aslında bize çok önemli ipuçları olabilir yaşamı analiz etmemizde.

“BİZ” derken neye işaret ediyoruz, “SEN” derken kimden bahsediyoruz, “O” veya “O’nlar” ne demek acaba; düşünerek mi konuşmaktayız tüm bunları...

Kutsal! kitapları anlamada da çok önemli işaretlerdir bunlar...
Unutmayalım “Fatiha Suresi”nde dahi namazın her bir rekatinde “İyyaKENAbudü” diyoruz- “BİZ yalnız SANA...”
Kur’an da bir çok yerde geçen biz, sen, ben, sen, o, onlar gibi ikili veya çoklu anlatımları nasıl anlamamız gerektiğinede işaret edebilir bu anlatılanlar.

“Şeytaniyet”, “Rahmaniyet” dahi hep bu ikili anlatımı anlama veya anlamamaya dayalı tariflerdir.
Kategorize etMEden çoklu anlatımı anlayanla, çoklu anlatımı olduğu gibi alıp katagorize eden beyin arasındaki fark anlatılacak gibi değildir.

Şimdi “dostan DOSTA”dan gelen şu NUR içre NUR sözlere bir de bu bakış açısı ile YENİDEN bakmayı ve değerlendirmeyi deneyelim:

Beni tanımak istiyorsan, Özüne sor; bildim, bensin sen, diyecektir!.

"Sen"im ben!... Sen, diye bakma bana.(695)

Sınırsızlık, bilincinde, varsandığın "ben"liğinle sınırlanmaktadır! (685)

"Benlik", "ben"ini, var sanmaktadır!.. (677)

"Benliğine" yakışan Kibriyâdır!.. "Ben"in ise kibrin!.. (678)

Gayr"ın varlığını, "var" sandıran; sana, "beni" ben gösteren; istemiş ki böyle sürsün bu düzen!.. (654)

Seni, "BEN"i bilmez, seni!.. (646)

Teslimiyet havasın; benliğini "Ben"likte yok etmek ise haslar hasının amelidir.. (632)

Ben, sen ve O`nun kalktığı yere gittiniz mi?.. (63)

Tefekkürün ilk basamağı, var sandığın "ben"liğinin "yok"luğunu idrâk etmektir!. (204)

"Ben"ini tanımadan, karşındakini nasıl tanıyabilirsin ki? (347)

***********************************

This writing may not mean alot for the ones who know Turkish very well and READ and WRITE in Turkish but it is for the ones (hoping that may have a little contribution) who know English and read and write in English. That’s why we are publishing it in English together with in Turkish as well by thinking that sometimes READING it in a NEW LANGUAGE might revolutionize the old understanding.

High EGO, ego and egoS…
SuperEGO, ego and egoS…
High SELFHOOD, selfhood, “Selfhood”s…

You have probably read these words that are mentioned above in books under the titles of Philosophy, Sufism,Religious,Spiritual, Beyond Limitation and New Age.

Since we have been inert because of the mercury’s retrogation for some time, I wonder if we could take the revenge from its retrogatition by giving a start to this writing!
At least by moving a little may give a great pleasure for some of us…

Either mercury’s retrogation is taking place or not, the shining scabarraded swords thrown from here or there at the battle field will keep on ringing ears till death.

If we say English correspondance of the adjective of “High SELFhood” as HIGH “I”, we say “Iam” to the word “Self”. While “High Selfhood” is defined as HIGH “I” without carrying a meaning of individualism and personalizing, the perception of HIGH “I” in a definition of individualism and peersonlization will come out as “I am” .

HIGH “I” will ACCEPT the infinite “Iam”s, and will CREATE from NOTHING.
This acceptance of “I am”s reveals itself as illusion of “Iam”s in the field of life.
Life fields composed of limitless “I am”s…
In fact, each “I am” is nothing but HIGH “I”, HIGH “I” has never been seperated or divided.

The calling or defining of one illusionary “I am” to another “I am” in one of the fields of life becomes “You are”. In other words, “You are” is nothing but a calling or a perspective of one “I am” to another “I am”. Since there is nothing but “HIGH I” in “I am”s, when it is said “YOU are”, it is nothing but HIGH “I”.
Some or more “I am”s sharing the same life fields call themselves “WE are”. However, they are never being apart from “HIGH “I”with “WE are”. They are merely named a different name with another pronoun.

In the book “From FRIEND to Friend” Ahmed Hulûsi says:

I am "you". Do not gaze upon me as someone else called "you”.(695)

Let’s continue to explain it, although it seems we are explaining personal pronouns, the thing that we want to tell is completely different…

In the same life field, one “I am” to another “I am” uses a “HE is” pronoun for another “I am” in the same life field or in other life field. So now, “HIGH I”, being as “I am” is named as “HE is”.
If “HE is” defined as plural then this time it is signed as “THEY are”…

All these pronouns, all these things that appear as if it doesn’t mean alot, but in fact they might be very important clues for us to analyze life.

“When we say “WE” what do we sign for?, when we say “YOU” to whom do we talk about?, what do “he” or “they” mean?; are we talking by thinking about all these?…

These are very important sings to understand the holy! books…
Let’s not forget: Even in the “Fatihah Surah” in each rahah, we say “İyyaKENAbudü” it means “WE only TO YOU…”
These explanations might sign how we should understand the dual or plural explanations of “we, you, I, you, he, they” that are present in several parts of Koran.


Even “Devilry-mischief” or “Rahmaniyah” are the explanations depends on to understand or not to understand this explanation of duality.
We cannot explain how there is huge difference between the brains who understand plurality by NOT categorizing and who accept the explanation of plurality as it is and categorize it.

Let’s now have a look OVER AGAIN FROM THE BEGINNING, with a BRAND NEW LOOK to the words in NÛR within NÛR with this point of view in the book “From FRIEND to friend”:

-Ask your Essence about me, if you wish to know. You will be answered, "yes I know, you are “I". (694)

-I am "you". Do not gaze upon me as someone else called "you”.(695)

-It is your illusory “self” —concept of myself— in your consciousness that restricts the Limitlessness! (685)

-"Selfishness" is [originated from] the illusion of "I-ness". (677)

-It is the Magnificence (kibriya) that is appropriate for the "Self", while vanity (haughtiness) alone fits your concept of "self". (678)


-It is the One's will that this order of affairs may last as is, in which you are made to have an illusion that "others" are there and "I am" myself. (654)

-Mind your "self", you, the "selfish"! (646)

-It is the special practice (a'mal) of the “elect” (al-khassa) to surrender (taslimiyya) [ the self] , while it is of the “elect of the elect” (khassat al-khassa) to remove the selfness —concept of myself— in true Self. (632)

-Have you been to a place in where you, He and I become unavailable? (63)

-The first step of reflection (tafaqqûr) is the comprehension of non-existence of your self that you assume exists. (204)

-How can you ever come to recognize the other without knowing your own essence? (347)