Perşembe, Temmuz 03, 2008


SEZGİ (INTUITION) 2. BÖLÜM

“Sezgi”yi incelemeye, “sezgi” kelimesi ile anlatılmak istenenin ne olduğunu anlamaya çalışarak başlayalım… Öncelikle, Türkçe’deki “sezgi”kelimesinin kullanımını inceleyelim: “Sezgi” kelimesini kullanırken “sezgi” ile birlikte “sezgi geldi”,“sezgi aldım” gibi kelimeler kullanmadığımızı belki de dikkat etmişizdir. O zaman, “sezgi” adı ile işaret edilenin “alınan” ve “verilen” bir şey olmadığını fark etmiş oluruz.”Sezgi alınmaz!”, ve “sezgi verilmez!”. Bir “alan”, bir de “veren” yoktur!. Yani, “sezgi” ile anlatılmak istenen işleyişin ortaya çıktığı BİR mahal, BİR bilinç vardır… Sezgi’nin Türkçe’deki kullanımını şimdilik burada bu noktada bırakıp, İngilizce’deki kullanımlarına bir de göz atalım:

“Sezgi” kelimesinin karşılığı olarak İngilizce’de kullanılan kelime ve eş anlamlarına geçmeden önce yabancı yayınlarda “sezgi” kelimesinin hangi anlamda kullanıldığı konusunda dikkatimi çeken bir noktayı sizlerle paylaşmak istiyorum: “Sezgi” kelimesi yabancı kaynaklarda genellikle geleceğe dönük olayların algılanması yani bir bakıma gelecekten haber alma şeklinde bir manada düşünülmekte ve incelenmektedir. Ancak, yaptığım araştırmalar sonucunda diyebilirim ki; bu çok dar görüşlü, 5 duyu çerçevesinde değerlendirilen bir bakış açısı olup, “sezgi” kelimesi ile ifade edilmek istenen mekanizmanın yakınına bile yaklaşamamaktadır!...

Öyle ki, sadece en basit anlamda İngilizce’de “sezgi” için kullanılan kelimelerden bir tanesini bile dikkatle incelediğimizde, bize işaret ettiği mananın ipuçlarını vermektedir bile!: İngilizce’de, “intuition” kelimesi Latince’deki “intueri” kelimesinden gelir ve “içe bakmak” anlamında ve sezgiyi ifade etmede en fazla bu kelime kullanılmaktadır. “Sezgi”nin neye işaret ettiğine bizi götürebilecek olan “intuition” kelimesinin Latince karşılığı olan “intueri”’nin anlamı ve eş anlamlısı olan “insight (içgörü)” kelimesinin yapısını incelediğimizde de karşımıza şöyle bir anlam çıkmakta; “in” öneki, “iç-içsel” ve “sight (görüş)” kelimesinden oluşmakta. İçselin görülmesi!, İçe bakmak!... Ne demek acaba, içsel olanın görülmesi etimizin derine inip baktığımızda gördüklerimiz mi? yoksa onun ötesi bir görüş mü? BİRşeyin görülmesi!... Ama O şey ne ve nasıl bir görüş?...

O zaman, sezgiyi anlamada “içe yönelik” bakmak belki de şu şekilde olabilir: “İçsel” diye adlandırdığımız, tasavvuftaki anlatım ile birimin “derunundaki hakikâti” ve o hakikât ile anlatılmak istenen manaların, “basîr” isminin işaret ettiği mana ile ortaya çıkması ki, bu “basîr” ismi ile anlatılmak istenen “görme”, beden gözü ile görme değil, derunundaki hakikâti algılama ve idrâk etme şeklindeki bir deşifredir. Dolayısıyla, bu tür bir algılama, basit anlamda 5 duyu ile kayıtlı bir zaman ve mekân dilimi içinde bir görüş, bakış ve hissediş şeklinde olmayıp, 5 duyu ötesi bir bakış, bir OKU’yuş şeklinde olmalıdır…

Peki, o zaman bu OKU’yuş nasıl olmalıdır? “İnsan” adlı birimin kendindeki hakikâti algılaması ve dışında(!) olarak algıladığı sistemi, deşifre etmesi yani sezmesi ne şekilde olabilir? Bana göre, fizik beden içinde yaşamını sürdüren bilinç, kendindeki güçlerin-kuvvelerin farkında olarak ve onların nasıl birer işleve sahip olduklarını çözümleyerek işe başlamalıdır. Böylelikle de, “sezgi” ile anlatılmak istenen mekanizmanın anlamı deşifre edilebilinir… O zaman, başlangıç noktamız “sezgi”nin “insan” adlı birimde nasıl ortaya çıkmakta olduğunu incelemek olmalı. Ne dersiniz?...

(Devam edecek…)

1 yorum:

Unknown dedi ki...

Şeriât-Hakikât

"Rasulullah zamanında, Mekke'nin fethi sırasında, soylu bir kadın hırsızlık yapmıştı. Bu kadının affı için, Rasulullah’ın sevdiği bir kişi olan Usame b. Zeyd şefaatçi oldu. Rasulullah (s.a.s) şöyle buyurdu: "Muhakkak ki, İsrailoğulları arasında şerefli biri hırsızlık ettiği zaman, onu cezasız bırakırlar, zayıf biri hırsızlık ettiği zaman ise (onun elini) keserlerdi. Ben, çalan kadın kızım Fatma da olsaydı yine de elini keserdim." (Buhârî, Fedâilu'l-Ashâb, IV, 213)

"Mevlânâ Celâleddin Rûmî'nin şiir diliyle beyan ettiğine göre Şeriat, hakikâtın terazisidir.... Hakikât, şeriât terazisiyle tartılır ve değeri ortaya çıkar... Şeriât terazisine yani şeriât ölçüsüne uymayan şey hakikât değildir... Hakikât, ancak şeriâte uyarsa doğrudur... Şerîate uymayan şey hakikât değildir... Şeriât, hakikâtin ta kendisidir!..."

Ahmed Er-Rıfai " Şeriâtın zâhirine bağlıyım." dendiği zamanda, batınî hakikâtı zikretmiş olursun." demiştir.

"Liküllin ceâlnâ minküm sir’aten ve minhâcâ" (5.Maide:48)
“Sizden her biriniz için bir şeriât ve bir program meydana getirdik.”
İnternetten bir tefekkür:
“Tercihlerimiz KADERİMİZ olarak karşımıza çıkar, yani kaderimizi kendi ellerimizle yazarız… Kendimiz... Kuantum Fiziği Mekaniği ile az biraz ilgilendim (okudum ve bir kaç CD izledim)… Özet olarak şunu anladım; “Yaşamda sorumluluğu insanın kucağına vermişler. İster alır büyütür, ister bırakır çürütür.”

“...'F'-iy En"f"isüküm...”
'F'-aslı...

“Aslını bırak F-aslına bak...” (İnsan ve Din-Ahmed Hulûsi)

Neden şeriâta uymayan şey hakikât değildir?!, neden şeriât hakikâtin ta kendisidir?!...

Bunun yanında, neden “şeriât, tarikât “YOL” dur varana” demişler?!, ya da neden “şeriât bir gemi, kimi onu batırıp hakikât denizine vasıl olamadı.” demişler?!...

Tezat mı bunlar?!...

YOL’un başındakilere hilm ve rıfk olmazsa olmazlardanken, sonrasında neden Efendimiz kızının elini kesecek kadar katı bir tutum sergilemiştir?...

Aslını bırak!. Ne kadar büyük sorumluluktur, F-aslını yaşamaya talip olanlara...

Ahmed Hulûsi’nin “Aslını Bırak Faslına Bak” yazısını lütfen dikkatlice bir kaç kez okuyalım.

Kuantum fiziği ile ilgili araştırmalarda karşılaşacağınız “Tavşan Deliği” filminde profösörlerden biri, kuantum nazariyesi “Sorumluluğu İnsanın Kucağına Bırakıyor” diye bir fikir ortaya koyuyor. Nedense yabancı gelmedi bu düşünce bana!... Sanki bir yerlerde “İnsana Eliyle Yaptığından Başkası Yoktur” zikri ile bütünleşiyordu bu fikir… Heyecan verici…

Bu düşünceleri daha da iyi oturtmak için bir de Ahmed Hulûsi’nin “Bâtın” Nerede” yazısını bir kaç kez okuyalım…

Tüm bu anlatılanları altı yaşında ya da altmış altı yaşında olanların anlayabilmesi için, meşhur buz-su örneğinden yola çıkalım…
Hani, buz kalıplarımız olsun türlü şekiller ve tüm renklerde…
Kalıplar sonsuz türleri kapsasın…
İnsanLAR olsun, BitkiLER olsun, MadenLER olsun, YıldızLAR olsun, GalaksiLER olsun, Dünya olsun, KıtaLAR olsun, ÜlkeLER olsun, ToplumLAR olsun...

Bunlar arasında Emirler insin veya çıksın dursun, ilişkiler olsun, alışverişler kavgalar, savaşlar olsun…
Bir, bin, milyon, milyar (LAR) ne farkeder ASILLARI “SU” değil mi buz kalıplarındakilerin.
Yine, ne farkeder asıllarının bir olması, f-asılları ayrı ayrı değil mi ki?..
İçinde yer aldıkları ortam ve bu ortama ait şartları ayrı ayrı değil mi?...
Birini “su” boğarken birini “hava” boğmuyor mu?... Oysa ikisinin de aslı Hidrojen’ken…

“Zahir” İsmi neden İnsan-ı Kâmil’in taşıyabileceği bir isim?...

Zahir gözü ile bakmak “Faslını yaşamak ve yaşatmak” diye de düşünülebilir mi?

Ya seni FASLI olarak asıl alırım, sen Ötede veya Öte’N’de olmadığını iddia ettiğin için... ya da sen, ÖteNden beklediğin için bu ‘N’ yi atman için sana zaman tanırım hilm ve rıfk gösteririm...
‘N’ sini atmış olan, almıştır sorumluluğu kucağına, Hakikâti Şeriâtının kendisi olmuştur.

Hidrojen, Oksijen suyun neresinde ise, su buz kalıplarındakilerinin neresinde ise ...
Oysa Asılları da BİR fasılları da Bir ise ...
‘Şeriat yoldur varana’ , işin başındakiler için ise...
‘Hakikât Şeriâtın TA KENDİSİdir’ diyen neredeyken bu sözü dillendirmiştir? Düşünmek gerek...

Yıllar Önceki gibi düşünemeyiz ASLA, bir takım idrâklar bize bu denli net ve açık bir şekilde izah edildikten sonra...
Sorumluyuz kucağımızdakilerden...